XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren dünya siyasi literatürüne giren ve mevcut yapılanmaları temellerinden sarsmaya başlayan milliyetçilik akımı, şüphesiz, bünyesinde birçok farklı dil, din ve etnik yapı barındıran Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkiledi. Bu dönemde Osmanlı idarecilerinin en önemli meselelerinden birisi, yayılan milliyetçilik fikrinin imparatorluğun bünyesinde barındırdığı gayrimüslimler üzerindeki etkisini engelleyerek, buna alternatif politikalar geliştirmek oldu.

Bu anlayışın meyvesi olan ''Osmanlı Milleti'' fikri, devletin mozaik görünümü arz eden içtimai bünyesini bir harman haline getirecek ve bu sayede bir arada tutacak politik bir zaruret olarak görüldü. Osmanlıcılık fikri, bir anlamda XIX. yüzyılın ateşli milliyetçiliğine alternatif olarak oluşturulmaya çalışılan bir olguydu; asrın ideolojisi milliyetçiliğin Osmanlı’ya göre yorumlanarak uygulanmasıydı.

Bu fikir, çeşitli toplulukları, etnik ve dini yapılarını muhafaza ederek bir üst kimlik etrafında bir araya toplamayı amaç ediniyordu. 1804 yılında başlayıp kısa sürede milliyetçi bir renge bürünen Sırp isyanı ve 1821’den itibaren Osmanlıları uçurumun kenarına getiren Rum isyanı, Osmanlıcılık siyasetinin resmi politika olarak uygulanmasını kaçınılmaz kılan iki büyük gelişme oldu. II. Mahmud’un, “Ben tebaamdan Müslümanlar’ı camide, Hristiyanlar’ı kilisede ve Musevîleri havrada ayırt ederim” sözüyle ifade edilen Osmanlıcılık siyaseti imparatorluğun son demlerine kadar devam etti. Tanzimat sürecinin temel gayesi de bir Osmanlı milleti teşekkül ettirmekti.

Klasik dönemde gayrimüslimler İslâm hukukuna göre zimmi statüsünde değerlendirilmişler, devlete itaat etmeleri ve vergi vermeleri karşılığında her türlü güvenliklerinin temini, askerlikten muafiyet ile dinî ve hukukî otonomi gibi imtiyazlara sahip olmuşlardı. Tanzimat’la birlikte oluşmaya başlayan yeni hukuk anlayışı, imparatorluk sınırlarında yaşayan herkese, imparatorluğun İslâmî geleneklerine halel getirmeksizin, tek vatandaşlık sıfatı altında eşit hak ve mükellefiyetlerin tanınması esasına dayandırıldı. Tanzimat döneminde gayrimüslimlerin idarî kadrolarda istihdamı, bu kimselerin de gidebileceği okulların açılması gibi uygulamalar hep bu yeni anlayışın ürünüydü. Ancak birliğin sağlanabilmesi ve herkesin kendisini Osmanlı hissetmesi kanun önünde eşitliğin temini ile mümkündü. İşte bu gaye ile Tanzimat dönemi süresince geniş bir kanunlaştırma
faaliyeti sürdürüldü.

1838 yılında tesis edilen Meclis-i Vala, 1839’da yeniden düzenlendi. Meclis, yapılacak düzenlemelere müteallik kanunların hazırlanması ve tatbikinde hükümete yardımcı olacak ve Tanzimat’a muhalif davranışları görülen yöneticileri yargılayacaktı. 1840’ta, farklı hukukî sistemleri teke indirerek herkesin tâbî olacağı bir hukukî sistem oluşturmak için Fransız Ceza Kanunnamesi’nden mülhem bir Ceza Kanunnâmesi hazırlandı. Bu kanunnâmenin birkaç yerinde tebaanın eşitliği hususu özellikle vurgulandı.

1851’de bu Ceza Kanunnamesi yeniden düzenlendi ve yine Fransız Ticaret Kanunu’nun tercüme yoluyla uyarlanmasıyla oluşturulan Kanunnâme-i Ticaret yürürlüğe girdi. Her iki kanunnâmede de Osmanlıcılık fikri açık surette tezahür eder. 1853 yılında cinayet davalarında Hristiyanlar’ın şahitlik etmesi kabul edildi.

1846’dan itibaren kurulmaya başlayan ticaret mahkemeleri Batı hukuk normlarının Osmanlı İmparatorluğu’na aktarılmasında önemli bir merhale oldu. Mahkemenin üyeleri arasında Müslümanlar’ın yanısıra gayrimüslimler ve yabancı tüccarlar da vardı. 1847’de Osmanlı tebaası ile yabancı tüccarlar arasında meydana gelen ihtilafları çözmek üzere ihdas edilen Muhtelit Ticaret Mahkemeleri’nde de benzer bir yapılanmaya gidildi. 1864 tarihli Vilâyet Nizamnâmesi’nde idarî düzenlemelerin yanısıra adlî düzenlemeler de yapıldı. Nizamnâmede kaza, sancak ve vilâyetlerde Nizâmiye Mahkemelerinin kurulması ve bu mahkemelerin her birinde gayrimüslim üyelerin de yer alması kararlaştırıldı. Mahkemeler, ayrım yapmaksızın, halkın ceza ve diğer hukuk işlerini yürütecekti.

Meclis-i Vala kanun tasarısı ve nizamnâme hazırlama yetkisini 1854’te oluşturulan Meclis-i Ali-i Tanzimat’a devretti. Bu düzenlemeden beklenen netice alınamayınca 1861’de iki meclis tekrar birleştirildi. 1868’de meclisin yetkileri, Şûra-yı Devlet ve Divân-ı Ahkâm-ı Adliye isimleriyle kurulan genişletilmiş iki kuruma devredildi. Şûrayı Devlet, kanun ve tasarı hazırlamakla mükellefti ve toplam 41 üyesinin 28’i Müslüman, 13’ü gayrimüslim idi ki bu oran ülkedeki gayrimüslim oranına takriben denk düşmekteydi. Üyelerin seçiminde, Osmanlı tebaasının bütünün temsil edilmesi hedeflenmişti. Batılı kanunlara göre ortaya çıkan davalara bakan Ahkâm-ı Adliye’nin toplam 13 üyesinden beşi gayrimüslimdi.