Gezi
Afyonkarahisar'da mutlaka görülmesi gereken mekanlar
Termalin, mermerin, zaferin, sucuk ve kaymağın başkenti Ayfonkarahisar… Tarihteki adıyla Karahisar-ı Sahib…
Gezi
Termalin, mermerin, zaferin, sucuk ve kaymağın başkenti Ayfonkarahisar… Tarihteki adıyla Karahisar-ı Sahib…
Termalin, mermerin, zaferin, sucuk ve kaymağın başkenti Ayfonkarahisar… Tarihteki adıyla Karahisar-ı Sahib…
Şehre adım attığımızda ilk olarak Ulu Camii karşıladı bizi.
Hıdırlık Tepesi ile kalenin etekleri arasındaki vadide yükselen Afyonkarahisar Ulu Camii…
1272-1277 yılları arasında yaptırılan, 40 ahşap sütun üzerine oturtulmuş çatısı nedeniyle ‘Kırk Direkli Camii’ adıyla da biliniyormuş.
Şehrin en büyük camisi. Selçuklu döneminde yapılan ahşap direklerin en eskilerinden biri.
Kündekari tarzında tamamı ahşap ve tek bir çivi çakılmadan yapılan cami, bu özelliği ile dünyadaki sayılı camiler arasında.
Ulu Camii’nin ardından 1711 yılında yaptırılan Yeni Camii, 1590 yılında yaptırılan Ot Pazarı Camii, 1840 yılında yaptırılan Yoncaaltı Camii’ni de ziyaret ettik.
Ve Kurtuluş Caddesi’ndeki Gedik Ahmet Paşa İmaret Camii.
1472’de Sadrazam Gedik Ahmet Paşa tarafından yaptırılan, hemen yan tarafında da hamamı bulunan külliyede sıbyan mektebi ve medrese de bulunuyormuş.
Mektep yıkılmış, medrese de müze haline getirilmiş.
Her gittiğimiz şehirde camileri gezerken bizi en çok rahatsız eden şey, tarihi camilerin kapılarında çok çirkin duran pimapenlerin veya alüminyum doğramaların olmasıydı.
Muhteşem işlemelerin, hatların, çinilerin, en görünen yerlerinde klimalar, plastik rengarenk tabureler, basit ahşap ayakkabı dolapları, uyarı afişleri ve takunyalar olmasıydı.
Bütün bunların tarihi dokuyu bozmadan yapılabilmesi pekala mümkündü.
Eski tarihi eserlerde bu ayrıntılara azami ölçüde dikkat edilmeliydi. Aksi takdirde tarihin katline tanıklık ediyordu insan.
Afyon’da gezerken bir anda karşımıza çıkan Bediüzzaman Said Nursi’nin evini gördüğümüzde çok heyecanlandık.
Ama içini gezmek istediğimizde kapalı olduğunu gördük.
Üzülerek oradan ayrılıp, gezerek Bedesten Çarşısı’na gittik.
Şehir merkezinde bulunan ve 1914 yılında yaptırılan çarşı, Genç dönem Osmanlı yapılarındanmış.
Yanyana 71 dükkandan oluşan ve genelde tuhafiye ürünleri satılan çarşıda yöresel kıyafetler, kına kıyafetleri, iğne oyaları dantel ve nakış eserleri bulmak da mümkün.
Ayrıca sucuğu, kaymağı, lokumu ve haşhaşı meşhur olan Afyon’da Uzun Çarşı’dan da alışveriş yapabilirsiniz.
Bir de sucuk gibi bağırsaklara doldurulmuş tereyağları vardı ki, görüntüleri gerçekten ilginçti.
Ve Afyonkarahisar Müzesi… 1933 yılında şehir merkezinde açılan 44383 eserin sergilendiği müze, 1971 yılında yeni binasına taşınmış.
Tek katlı, birbirine bağlı dokuz sergi salonu var. Bu salonlarda Tunç, Hitit, Frig, Lidya, Roma ve Bizans dönemine ait eserler sergilenmiş.
Bu dönemlere ait pişmiş toprak, taş, mermer, kemik, cam, metal kap, heykel ve sikke gibi araç ve gereçler, mermer heykeller, lahitler, mezar taşları ve mimari parçalar bulunuyor.
Bu müzede bizi tek rahatsız eden ve şaşırtan şey, eserlerin yarıdan fazlasının müze salonunun dışında, açık havada hiçbir korunağı olmadan semt pazarı gibi sergilenmesiydi.
Bunun özel bir sebebi var mı bilinmez, ama müzelerde görmeye alışık olduğumuz cam mahfazalar, kilitler, zincirli engeller bu müzedeki bir çok eserde yapılmamıştı.
Kötü hava koşullarında bu eserlerin nasıl korunabildiğini merak ettik doğrusu. Soru işaretleriyle müzeden ayrıldık.
Afyonkarahisar Kalesi'nde batsın bu dünya yazısının hikayesi Ve en maceralı gezimiz Afyonkarahisar Kalesi…
Şehre ilk girdiğimizde dikkatimizi çeken ‘Karahisar Kalesi’ni gezmeden olmaz dedik.
Ve tarif edilen yolda yokuş yukarı yürümeye başladık. Buraya kadar normal.
Her gittiğimiz şehirde kaleler ya da saat kuleleri için yokuş çıkıyoruz zaten.
Ama bu başkaydı. Biraz yürüdükten sonra merdivenlerin başında açık havada kurulmuş bir çay ocağı görünce biraz şüphelendik.
Mesaj şuydu. ‘Burada bişeyler için, dinlenin. Daha yolunuz çok. Dinlendikten sonra gidersiniz’.
Orada birer çay içtikten sonra yolumuza devam ettik.
Ama ne yol! Çık çık bitmiyor. Dönüşte saydığım basamaklar tam 544 adet.
Çay ocağının sahibinin söylediğine göre 702 adım. Çok dik ve engebeli merdivenler. İnsanı korkutuyor.
Herkes domates gibi kızarmış ve sıcaktan sırılsıklam bir halde doruğa ulaşıyor.
Kimisi yarı yolda vazgeçip geri dönüyor, kimisi istikrarla devam ediyor.
Kucağında bebeğiyle çıkanları biz de vazgeçirmeye çalıştık ama başaramadık galiba.
Bebekle çıkmak çok tehlikeli. Yol üzerinde bir betonda ‘Batsın bu dünya’ yazan kişinin de muhtemelen kucağında çocuk vardı.
Yine yol üzerinde gördüğümüz ağaçların dallarında mavi su ambalajları bağlanmıştı.
Dilek ağacında çaput, tül, kurdele hepsini görmüştük ama küçük ambalajlı suların adının yazdığı kısmın ağaca bağlandığını ilk defa gördük.
Bu insanlar yolun sonuna sağ salim varmayı dilediler herhalde.
‘Karahisar Kalesi yıkılır gelir, kahkülü boynuna dökülür gelir’.
Kale yıkılmadı, biz yıkıldık. Ve doruğa ulaştığımızda açıkçası hayal kırıklığına uğradık.
Şarkılara konu olan kalede birkaç satıcı, surlar ve kalenin kalıntılarından başka bir şey yoktu.
Yüreğiniz kaldırırsa aşağıdaki manzarayı seyredebilirsiniz.
Belediyenin burada kesinlikle teleferik hizmeti vermesi gerekli.
Bu yolda birisi kalp krizi geçirmeden ya da düşerek ölmeden bu işe el atılmalı.
Özellikle küçücük bebeğiyle bu yolu çıkan insanların ayağının kayması an meselesi.
Bu çıkışın bir de dönüşü var tabi. 226 metre yüksekliğindeki volkanik bir kaya kütlesi üzerinde yer alan kale, Hititler’den miras kalmış.
Arif Nihat Asya’nın dizelerinde olduğu gibi, ‘Düzlükte gelip geçse de yol Afyonkarahisar’dan Ey yolcu, görünmez Afyonkarahisar, istasyondan Şayet vaktin olursa tırman Kale’ye Bak Afyonkarahisar’a gökyüzünde bir balkondan’