AKİT MENÜ

Yaşam

IQ seviyemiz neden atalarımızdan daha yüksek?

20. yüzyılın bilişsel tarihine hızlı bir yolculuk yapacağız, çünkü bu yüzyılda zihinlerimiz dramatik bir şekilde değişti. Bildiğiniz gibi, 1900'lerde insanların kullandığı araçlar değişti, çünkü günümüzde yollar daha iyi ve teknoloji daha ileri. Zihinlerimiz de değişti. Maddesel dünya ile uğraşan insanlar olmaktan çıkıp o dünyayı kendimize fayda sağlayacak şekilde analiz edeceğimiz oldukça karmaşık bir dünya ile karşı karşıya geldik ve bu dünya bizi yeni zihinsel alışkanlıklar, yeni bir kafa yapısı geliştirmek durumunda bıraktı.

1

20. yüzyılın bilişsel tarihine hızlı bir yolculuk yapacağız, çünkü bu yüzyılda zihinlerimiz dramatik bir şekilde değişti. Bildiğiniz gibi, 1900'lerde insanların kullandığı araçlar değişti, çünkü günümüzde yollar daha iyi ve teknoloji daha ileri. Zihinlerimiz de değişti. Maddesel dünya ile uğraşan insanlar olmaktan çıkıp o dünyayı kendimize fayda sağlayacak şekilde analiz edeceğimiz oldukça karmaşık bir dünya ile karşı karşıya geldik ve bu dünya bizi yeni zihinsel alışkanlıklar, yeni bir kafa yapısı geliştirmek durumunda bıraktı.

2

Bunlar arasında bu maddesel dünyayı sınıflandırmak, mantık yönünden tutarlı ama varsayımları da ciddiye alan, ne olabileceğinden ziyade, ne olduğunu merak ederek yeni soyutlamalar geliştirmek var.

3

Şimdi, bu çarpıcı husus zaman içerisinde önemli I.Q. artışları ile dikkatimi çekti. Muazzam bir artıştan söz ediyorum. Yani I.Q. testlerinde yalnızca bir kaç adet doğru cevap artışından söz etmiyoruz. Testlerin icat edildiği zamandan bugüne her bir jenerasyon bir diğerine göre giderek daha fazla soruyu doğru yanıtlıyor.

5

Gerçekten de eğer bir yüzyıl önceki insanları bugünün değerleri ile ölçeklerseniz ortalama I.Q'ları 70 çıkardı. Eğer bizi onların değerlerine göre ölçerseniz ortalama I.Q.'muz 130 olurdu. Şimdi bu konu her tür soruyu beraberinde getirmekte: Yakın atalarımız zihinsel özürlülüğün eşiğinde miydi? Çünkü 70 normalde zeka geriliğinin sınırıdır. Yoksa bizler neredeyse üstün yetenekli miyiz? Çünkü 130 da üstün yetenek sınırıdır.

6

Şimdi ben diğerlerinden daha aydınlatıcı olan üçüncü bir seçeneği tartışmaya açacağım. Bunu gözünüzde canlandırmak için diyelim ki bir Marslı Dünya'ya geldi ve yok olmuş bir medeniyet buldu. Bu Marslı bir arkeologdu ve insanların atış yapmak için kullandığı hedef çizelgeleri buldu. Öncelikle 1865 yılına baktılar ve bir dakika içinde insanların hedefin merkezine tek bir mermi atabildiğini gördüler.

7

1898'de ise bir dakika içinde hedef merkezine beş mermi isabet ettiriyorlardı. 1918'de ise bu sayı 100'e çıkıyordu. Başta arkeolog oldukça şaşırırdı. ve "Bakın," derlerdi, "bu testler insanların ellerinin sabitliğini, gözlerinin keskinliğini ve silaha hakim olup olmadıklarını anlamak için tasarlanmış. Bu kabiliyet böylesi inanılmaz bir seviyeye nasıl gelebildi?" Yani, cevap olarak elbette biliyoruz ki Marslı savaş alanlarına bakmış olsaydı insanların İç Savaş esnasında yalnızca eski tip tüfekleri olduğunu görecekti, İspanyol-Amerikan Savaşı'nda mükerrer ateşli tüfekleri olduğunu, 1. Dünya Savaşı'nda ise makineli tüfeklerini. Başka bir deyişle, ortalama bir askerin isabetliliğini sağlayan gözlerinin keskinliği ya da elinin sabitliği değil, donanımı idi.

8

Şimdi kafamızda canlandırmamız gereken bu birkaç yüzyıl boyunca edindiğimiz zihinsel silahlar. Ve sanırım burada bize bir başka düşünür yardım edecek, ki bu kişi de Luria. Luria bilim çağına girmeden hemen önce insanlara baktı ve bu insanların maddi dünyayı sınıflandırmaya direniş gösterdiğini gördü. Onu kullanabilecekleri küçük parçalara bölmek arzusundaydılar. Varsayımsal olanı anlamak, ne olabileceği hakkında kafa yormak konusuna dirençli olduklarını gördü, ve soyutlamalarla, yahut o soyutlamaları mantık yoluyla anlamakla baş edemediklerini fark etti.

9

Şimdi size mülakatlarından bazı örnekler vermek istiyorum. Rusya'nın taşra bölgesinde insanlarla konuştu. 1900'lerde olduğu üzere onlar da yalnızca dört yıllık okul eğitimi almışlardı. O kişiye şöyle sordu: "Kargalarla balıkların ortak özelliği nedir?" Arkadaş: "Kesinlikle hiçbir şey. Yani bilirsin, bir balığı yiyebilirim. Kargayı yiyemem. Bir karga balığı gagalayabilir. Balık kargaya bir şey yapamaz." dedi. Ve Luria "İkisi de hayvan değil midir?" diye sordu. Adam: "Tabi ki değil. Biri balıktır, öbürü ise kuş." diye cevap verdi. Ve özellikle bu somut nesnelerle ne yapabileceğiyle ilgilenmekteydi.

10

Sonra Luria bir başka kişiye gitti ve dedi ki: "Almanya'da hiç deve yok. Hamburg Almanya'da bir şehirdir. Hamburg'da deve var mıdır?" Adam: "Yani, şehir eğer yeterince büyükse, orada deve olması gerekir." Luria "Ama söylediklerim ne anlama geliyor?" dedi. Ve adam, "Yani belki de orası küçük bir kasabadır, ve develer için yer yoktur." diye yanıtladı. Diğer bir deyişle konuyu somut bir problem olarak görmek dışında her seçeneğe kapalıydı. Develerin kasabalarda yaşamasına alışıktı, ve Almanya'da develerin olup olmadığını sorgulamak hususunda soyut veriden yararlanamıyordu.

11

Kuzey Kutbu'nda üçüncü bir mülakat daha yapıldı. Luria: "Kuzey Kutbu'nda her zaman kar vardır. Kar olan her yerde ayılar beyaz renklidir. Kuzey Kutbu'ndaki ayılar ne renktir?" diye sordu. Cevap: "Böyle bir durum tanıklık esasıyla belirlenmelidir. Eğer Kuzey Kutbu'ndan bilge bir adam gelip bana ayıların beyaz olduğunu söylerse ona inanabilirim, ama benim gördüğüm tüm ayılar boz renkliydi." oldu. Şimdi, gördüğünüz üzere bir kez daha bu kişi günlük tecrübelerden yola çıkarak somut dünyanın ötesine geçmeyi reddetti ve bu kişi için ayıların ne renk olduğu avlanmak açısından önemliydi. Bu konuya girmeye gönüllü değillerdi. Bir Luria'ya şöyle dedi: "Gerçek problem olmayan bir şeyi nasıl çözebiliriz? Bu problemlerin hiçbiri gerçek değil. Onları nasıl ele almalıyız?"

12

Şimdi, bu üç kategori- sınıflandırma, soyutlamalarda mantık kullanma, varsayımsal olanı önemseme- gerçek hayatta bunlar deney odası dışında ne kadar fark yaratır? Size bir kaç örnek vereyim.

13

Öncelikle bugün hemen hepimiz lise diploması alıyoruz. Bu demektir ki dört ila sekiz yıllık eğitimden 12 yıllık resmi eğitime geçmiş durumdayız ve Amerikalıların %52'si herhangi bir üçüncü derece eğitim alıyor. Şimdi, yalnızca daha fazla eğitilmekle kalmıyoruz, bu eğitimin önemli kısmı bilimsel ve dünyayı sınıflandırmadan bilim yapamazsınız. Hipotezler öne sürmeksizin bilim yapamazsınız. Mantıksal olarak anlamlı hale getirmeden bilim yapamazsınız.

14

İlkokul düzeyinde bile işler değişmiş durumda. 1910'da Ohio eyaletinde 14 yaşındaki çocuklara yapılan sınavlara bakıldığında, sosyal anlamda somut bilgiye değer verdikleri görülmüş. Bunlar, o zamanki 44-45 eyaletin başkentleri gibi bilgilermiş. 1990 yılında Ohio eyaletinde yapılan sınavlarda yapılan sınavların soruları incelendiğinde ise, tamamının soyutlamalar üzerine olduğu görülmüş.

15

Bunlar, "Neden bir eyaletin en büyük şehri nadiren başkenttir?" gibi sorular. Ve sizin şöyle bir şey düşünmeniz beklenir: "Eyalet meclisi yerel olarak kontrol ediliyordur, onlar da büyük şehirlerden nefret ediyorlardır, bu yüzden büyük bir şehri başkent yapmak yerine kırsal bir yer tercih etmişlerdir. New York yerine Albany'i Philadelphia yerine Harrisburg'ü seçmişlerdir." gibi gibi. Yani eğitimin mahiyeti değişmiştir. İnsanlarımızı varsayımsal olanı önemsemek, soyutlamalardan yararlanmak ve bunlar arasında mantıksal bir bağlantı kurmak üzere yetiştiriyoruz.

16

Peki ya işgücü? Yani, 1900 yılında Amerikalıların yüzde üçü zihinsel anlamda çaba gerektiren işlerde çalışıyordu. Yalnızca yüzde üçlük kısım yargıç, doktor ve öğretmendi. Bugün Amerikalıların %35'i beyin gücü gerektiren mesleklerle uğraşıyor, sadece yargıçlık yahut doktorluk veya bilim adamlığı ya da konuşmacı gibi gerçek meslekler değil, ama pek, pek çok alt meslek grubu, teknisyenlik gerektiren işler, ya da bilgisayar programcılığı gibi.

17

Günümüzde pek çok meslek beyin gücü talep ediyor. Ve modern dünyada işgücünün bu talebini zihinsel anlamda çok daha esnek olarak karşılayabiliriz. Mesele sadece çok daha fazla kişinin zeka gücü gerektiren işlerde çalışıyor olması değil. Meslekler de gelişti. Yalnızca birkaç konuda bilgisi olan 1900'deki bir doktorla modern dünyada yıllarca eğitim alan pratisyen ya da uzman bir doktorla karşılaştırın. 1900'de yalnızca iyi bir muhasebeciye ihtiyaç duyan ve işi çevre halkından kimin güvenilir olduğunu, kimin ev kredisini geri ödeyebileceğini bilmekten ibaret olan bir bankacıyı düşünün.

18

Yani, dünyaya diz çöktüren ticari bankacılar ahlaki anlamda kusurlu olabilirler, ancak zihinsel anlamda oldukça kıvraklardı. 1900'lerdeki o bankerin çok, çok ötesine geçtiler. Konut piyasası bilgisayar projeksiyonlarını inceliyorlardı. Borcu aslında karlı bir varlıkmış gibi gösterebilmek için kredileri biraraya getirerek karmaşık teminatlı borç senetleri (CDO) almaları, (Kredi) Derecelendirme kuruluşlarının AAA rating vermeleri için sağlam bir kılıf yaratmaları gerekiyordu. Gerçi pek çok vakada derecelendirme kuruluşlarına rüşvet verdiler.

19

Tabi ki insanlara bu sözde varlıkları kabul ettirmeleri ve hayli zayıf olmalarına rağmen bunlar için para ödemelerini sağlamaları da gerekiyordu. Ya da bir modern çiftçiyi ele alalım. Ben 1900'lerdeki bir çiftlik kahyasını günümüzden çok farklı görüyorum. Demek istediğim, sadece zihinsel efor gerektiren mesleklerin artışı değil konu. Aynı zamanda doktorluk, avukatlık ya da benzeri mesleklerin gelişmesinin zihinsel becerilerimizin artmasını gerektirmesi.

20

Fakat yalnızca eğitim ve işgücünden sözettim. Oysa 20. yüzyılda geliştirdiğimiz bazı zihinsel alışkanlıkların beklenmedik başka alanlarda da getirisi oldu. Ben esasen ahlak filozofuyum. Şimdi, son yüzyılda Amerika gibi gelişmiş uluslarda ahlaki tartışmalar hararetlendi çünkü varsayımsal olanı önemsiyoruz, aynı zamanda evrensel olan şeyleri de önemsiyoruz ve mantıklı bağlantılar arıyoruz.

21

1955 yılında, Martin Luther King gündemdeydi, üniversiteden eve geldiğimde ebeveynlerimiz ve aile büyüklerimizle karşılıklı tartışmalar yaşadık. Babam 1885'te doğmuştu. Ve az da olsa ırkçı bir eğilimi vardı. Bir İrlandalı olarak İngilizlerden o kadar çok nefret ediyordu ki başkalarına da sempati besleyemiyordu. Ama siyahi insanların ikinci derecede olduğuna dair bir görüşü vardı. Ve ebeveynlerimize, aile büyüklerimize "Yarın siyah olarak uyansanız ne yapardınız?" diye sorduğumuzda bunun ağzımızdan çıkan en saçma şey olduğunu söylediler. Kim sabah kalkıp da siyah olmuş birini gördü?

22

"İnsanlar gerçekten bir sebeple suçlu değilse acı çekmemeli" gibi bir prensibiniz varsa, siyah insanları hariç tutmak için bu prensibe istisnalar getirmek zorundasınız, değil mi? "Yani, konu sadece tenin siyahlığı olmamalı," demelisiniz, "sadece bu yüzden acı çekilmemeli. Zenciler bir şekilde kusurlu olmalılar." Ve sonra ampirik bulguları devreye sokarak "Yani Aziz Augustine ve Thomas Sowell da zenci ise, tüm siyahları nasıl kusurlu varsayabiliriz?" diyebiliriz, değil mi? Bu şekilde ahlaki tartışmayı yürütebiliriz, çünkü ahlaki değerleri somut oluşumlar olarak değerlendirmiyor oluruz. Onları mantıkla tutarlı şekilde işleyerek evrensel olarak değerlendirmekteyizdir.

23

Şimdi bu konu I.Q. testlerinden nasıl ortaya çıktı? Bilişsel tarihle ilgilenmeme sebep olan budur. Eğer I.Q. testlerine bakarsak belli noktalarda kazancın daha büyük olduğunu görürüz. Wechsler zeka testinin alt testlerinden biri sınıflandırma konusundadır ve sınıflandırma alt testinde müthiş gelişmeler kaydettik. I.Q. testinin bir diğer parçası soyutlamalarla ilgili mantık yürütebilme üzerinedir. Kiminiz belki Raven'ın 'Kademeli Matrisler' testini almıştır. Tamamen kıyaslamalar üzerinedir. 1900'de insanlar basit çıkarımlar yapabiliyorlardı. Yani onlara "Kediler vahşi kedilerle benzerlik gösterir, peki köpekler neye benzer?" deseniz "Kurtlara" derlerdi.

24

Fakat 1960'a geldiğimizde insanlar Raven'ın testini çok daha ileri bir düzeyde cevaplıyorlardı. "İki karenin ardından bir üçgen geliyorsa, iki dairenin arkasından ne gelir?" diye sorduğunuzda "Yarım daire" yanıtını alırdınız. Üçgeni yarım bir kare olarak düşünürsek, yarım daire de tam dairenin yarısıdır. 2010'a gelindiğindeyse "Eğer iki yarım dairenin ardından bir tam daire geliyorsa, iki tane 16'nın ardından ne gelir?" sorusuna '8' yanıtı veriliyor, çünkü 8, 16'nın yarısıdır. Yani somut dünyadan öylesine ileri gittiler ki sorunun içinde yer alan sembollerin görünüşünü bile gözardı edebiliyorlar.