Aktüel
Zehirli tohumun zehirli meyvesine karşı yeni insan ve yeni toplum
Ömer Emre Akcebe Baran Haber'de yazdı: Milletimizin ruhî hastalığı artık bütün bünyeyi sarmıştır. Bu noktadan geri dönüş yoktur; fakat diriliş için bir çıkış vardır. O da, kendi öz değerlerimize dönmek, İslâm’ın ahlâkî ölçülerini yeniden merkeze almak ve fikir ile aksiyonu aynı potada yoğurmakla mümkündür.
Ömer Emre Akcebe Baran Haber'de yazdı: Milletimizin ruhî hastalığı artık bütün bünyeyi sarmıştır. Bu noktadan geri dönüş yoktur; fakat diriliş için bir çıkış vardır. O da, kendi öz değerlerimize dönmek, İslâm’ın ahlâkî ölçülerini yeniden merkeze almak ve fikir ile aksiyonu aynı potada yoğurmakla mümkündür.
Bugün Türkiye’deki sosyal dokuyu incelerken, sıkça siyasî kamplaşmanın milleti kutuplaştırdığı, böldüğü vurgulanır. Ancak mesele, yalnızca siyasî ayrışmayla açıklanamayacak kadar derindir. Gerçekte, bin yılı aşkın süredir İslâm kültürü ve ahlâkı ile yoğrulmuş bir milletin, cumhuriyetle beraber Batıcılık fikrinin dayatılması neticesinde yaşadığı ruhî buhran, bugün görülen kopukluğun ve memnuniyetsizliğin asıl kaynağıdır.
Siyasî kutuplaşma örneği burada, yalnızca bir işaret olarak önem taşır: Bugün insanlar, farklı siyasî görüşlerden olanları eleştirmenin ötesinde, kendi fikrilerinin mensubu insanlardan da memnun değiller. Aynı fikir grubu içinde bile birbirinin davranışlarını, yaklaşımını, hatta inanç ve anlayışını yeterli bulmuyorlar. Bu durum, siyasî farklılıkların ötesinde, kültürel ve ruhî bir çözülüşün işareti olarak ortaya çıkıyor.
Ana hatlardan kaynaklı ayrışıklıkları bir kenara bırakıp milletimize biraz daha yakından bakacak olursak, artık sadece aynı muhitte yaşayanların değil, aynı evin içinde yaşayanların bile birbirinden kopuk olduğunu görmek şaşırtıcı değil. Kimi zaman sofrada sessiz bir gerilim, kimi zaman televizyon karşısında patlayan bir tartışma, kimi zaman da birbirinden saklanan sırlar… Hepsi aynı kökten, yani insanın insanla bağını kaybettiği o çorak topraktan fışkırıyor.
Birbirine tahammül edemeyen kardeşler, suskunluğu tercih eden anne-babalar, kendi odasına çekilip ekranın başında kaybolan çocuklar… Aileyi bir arada tutan görünmez bağlar, yavaş yavaş çözülüyor. İnsan, aynı evi paylaştığıyla bile bir “yabancı” haline geliyor. Aynı masada oturup farklı dünyaların esiri olmak, işte bu çağın en büyük trajedilerinden biri.
Daha geniş aile yapısında da benzer bir çözülüş göze çarpıyor. Eskiden bayramlarda aynı sofrada toplanan kuzenler, dayılar, teyzeler… Şimdi ya birbirini yıllarca görmüyor ya da bir araya geldiklerinde karşılıklı memnuniyetsizliklerini gizleyemiyorlar. Kimi, ötekinin yaşama biçiminden şikâyetçi; kimi, ötekinin kazancına, eğlencesine yahut fikirlerine burun kıvırıyor. Böylece aynı kanı taşıyanlar bile birbirinin yükünü çekemez hale geliyor.
Bu memnuniyetsizlik hâli, modern hayatın ferdi merkeze alan, ferdi kutsayan anlayışının bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. İnsan artık “aile” yahut “mahalle” üzerinden değil, kendi menfaatleri üzerinden dünyaya bakıyor. Ortaklık duygusunu, paylaşmanın hazzını ve fedakârlığın insana kattığı derinliği unutmuş durumda. Böyle olunca her ilişki, kısa sürede bir “tükeniş”e dönüşüyor. İnsan, en yakınında olana bile “yetmiyor.” Çünkü o yakınlık, sadece ortak bir mekânı paylaşmaktan ibaret yahut genetik; kalbî ve ruhî değil.
Buradan daha geniş bir muhasebeye geçmek gerekiyor: Eğer aynı evdeki insanlar bile birbirine dar geliyorsa, aynı mahallede yaşayanların birbirine tahammül edememesi, aynı şehirde yaşayanların farklı sokaklarda dahi birbirine selam vermemesi şaşırtıcı olur mu? Eğer insan kendi kardeşiyle bağını yitirmişse, farklı düşüncedeki komşusuyla bağını nasıl koruyacak? İşte burası, toplumun kökten bir çözülüş yaşadığı yer.
Ruh köklerinden zorla kopartılmış, toplum mühendisliğinin, modern tüketim kültürünün, ekranların, sanal âlemlerin dayattığı sahte dünyaların ortasında insanımız, kendi gerçekliğini ve yakınlığını kaybetti. Artık insanlar, aynı evi paylaştığı halde aynı hayali yaşamıyor; aksine birbirine rakip yahut yabancı hayallerin esiri oluyorlar.
Mazinin Zehirli Tohumu: Cumhuriyet ve Batıcı Dayatma
Bugünkü çözülüşün köklerine bakıldığında, karşımıza sadece son yılların yahut son neslin çalkantıları çıkmaz. Bu memnuniyetsizliğin tohumu, bundan yüz yıl evvel, cumhuriyetle beraber toprağımıza serpilen Batıcı hayat tarzında gizlidir. Modernleşme hamlesi çerçevesinde belki bu iş daha gerilere de götürülebilir; fakat topluma bir dayatma hâline gelmesini milat kabul edecek olursak, cumhuriyeti işaret etmemiz yanlış olmaz.
İnsanımız, bin yıllık İslâm medeniyeti mirasıyla yoğrulmuşken, bir anda kendisini taklitçi bir Batı tasavvurunun ortasında buldu. Ne aslını muhafaza edebildi ne de Batı’nın sahte cazibesini bütünüyle kucaklayabildi. Ortaya çıkan şey, tam bir şahsiyet ve kimlik bunalımı oldu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında atılan bu tohumlar, toplumu kendi ruhundan koparmak için şuurlu olarak serpildi. Harf devriminden kılık-kıyafet inkılabına, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından dinî eğitimin köreltilmesine kadar pek çok adım, insanımızı kendi öz mayasından uzaklaştırdı. Bu adımlar, bir neslin değil, bütün bir milletin hafızasını sıfırlamayı amaçladı.
O dönemde yapılanlar, yalnızca zahirî değişiklikler gibi görünse de aslında ruhun derinlerine işleyen bir zehir gibiydi. Millet, birkaç yıl içinde, kendi geçmişini okuyamaz, kendi musikisini dinleyemez, kendi kültür kodlarını çözemez hale geldi. Bu zehrin tesiri, tıpkı ağır bir hastalık gibi, ilk anda bütün belirtilerini göstermedi. Ama zamanla, her kuşakta biraz daha derinleşerek ve belirginleşerek bugünkü sosyal çözülüşe kadar ulaştı.
Bugün toplumun her alanında gördüğümüz kopukluk, işte o gün atılan tohumların meyvesidir. Zehirli tohumdan sahih meyve çıkmaz. Bir ağacın kökü zehirlendiyse, dallarında da çürük meyveler bitmesi kaçınılmazdır. Nitekim son yüzyılda, milletin ahlâkından sanatına, siyasî anlayışından aile yapısına kadar her alanda yaşanan çözülüşün ardında, bu Batıcı dayatmanın etkisini görmek mümkündür.
Üstad Necip Fazıl’ın Teşhisi: Büyük Doğu’nun Erken Uyarısı
Bu zehirli tohumların toprağa serpildiği yıllarda, milletin kahir ekseriyeti henüz bu tehdidi bütün yönleriyle fark etmiş değildi. Millet uzun yıllar süren savaşlardan henüz yeni çıkmış, günlük maişet derdine düşmüş; inkılaplarla birlikte değişen görünüşe alışmaya çalışıyordu. Ancak tam da bu hengâmede, bir fikir adamı çıktı: Üstad Necip Fazıl. Onun Büyük Doğu adıyla ortaya koyduğu fikriyat hem Batı’nın hem de Doğu’nun yapılan derin muhasebesinin neticesiydi.
Üstad, Cumhuriyet’in henüz ilk çeyrek asrında, milletin ruh kökünden koparılmaya çalışıldığını gördü ve bu kopuşun doğuracağı felaketleri dile getirdi. Onun kaleminde Batı, yalnızca teknik yahut ilim sahasındaki madde planına hâkimiyetiyle değil, aynı zamanda ruh planındaki mahkûm olarak ele alındı. Ona göre Batı medeniyetinin özü, maddeyi merkeze alan, insanı ilâhî bağlarından koparan bir putçuluktu. Bu putçuluğun Müslüman Anadolu insanının ruhuna yerleşmesi, topyekûn bir cinnet hali doğuracaktı.
Necip Fazıl’ın en büyük farkı, bu tehdidi yalnızca tespit etmekle kalmayıp ona karşı bir “dünya görüşü” teklifinde bulunmasıydı. Büyük Doğu, sadece bir edebî mektep yahut siyasî bir hareket değil; iman esaslarını merkezine almış, fikri, sanatı ve siyaseti aynı potada eriten topyekûn bir dünya görüşüydü. Bu yönüyle o, Batı’nın karşısına bir alternatif koymakla kalmadı; aynı zamanda İslâm dünyasının kendi öz cevherinden doğan sahici bir teklif sundu.
Ancak o günün şartlarında, milletin çoğunluğu bu uyarıyı işitmeye hazır değildi. Batıcılık, henüz topluma bütün zehrini akıtamamış, gerçek yüzünü göstermemişti; insanlar, inkılapların yol açtığı boşluk ve sancıyı derinlemesine idrak etmemişti. Bu sebeple Büyük Doğu, Müslüman Anadolu nezdinde psikolojik anlamda büyük bir tesire sebep olmuşsa da fikrî olarak ancak bir avuç idealist tarafından anlaşılmaya çalışıldı. Yine de Üstad’ın ömrünü adadığı bu fikriyat, ileride karşılaşılacak buhranın reçetesi olarak tarihe kaydedildi.
Bugün dönüp baktığımızda görüyoruz ki, Necip Fazıl’ın işaret ettiği felaketler bir bir gerçekleşmiş; toplum, onun yıllar evvel haber verdiği ruh felcine maruz kalmıştır.
Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA: Fertten Topluma Çözüm Arayışı
Üstad Necip Fazıl’ın mirasını devralan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu oldu. Salih Mirzabeyoğlu, milletin ruhî çözülüşünü yalnızca teşhis etmekle kalmayıp, buna karşı İBDA’yı bir eylem ve eserler bütünlüğü olarak ortaya koydu. İBDA hareketi, çağın karmaşasına karşı bir köprü kurmayı amaçlayan bir teşebbüstü; burada fert ve toplum arasındaki kopukluk en temel mesele olarak ele alındı.
Mirzabeyoğlu’nun yaklaşımı, bugünkü sorunların derinlemesine anlaşılmasını sağlıyordu. Ona göre mevcut ideolojiler, fertleri kendi özünden uzaklaştırıyor, toplumun organik bağlarını zayıflatıyor ve sahte bir huzur vaat ediyordu. İBDA, bu sahte cennete karşı hakikatin nizamını, yani İslâm’ın estetik ve hikemî ölçülerini merkeze alıyor, gündemi haline getiriyordu. İnsan, kendi sorumluluklarını hatırladığında ve fert-toplum bağını yeniden kurduğunda, çözülüşe karşı bir direnç doğuyordu.
Mirzabeyoğlu’nun eser ve aksiyonları, bir bakıma “köprüden önce son çıkış” teşebbüsüydü. O, milletin daha geniş kitleleri henüz anlamaya hazır olmadan, öncü bir eylem ve fikir alanı oluşturdu. Bu nedenle onun çalışmaları marjinal gibi görünse de, aslında tarihî ve ruhî bir gereklilikti. Kumandan Mirzabeyoğlu, hayattayken İBDA için “turfanda” ifadesini kullanarak, düşüncenin zamanının henüz olgunlaşmadığını, ancak gelecekte toplumun bu fikirle yüzleşmek zorunda kalacağını belirtti.
Günümüzde, milletin her bir ferdine sirayet eden bu ruhî hastalık, Mirzabeyoğlu’nun öngördüğü gibi, toplumu sarmaya başlamış durumda. Bugün şikâyet edilen şeyler, henüz bir yüzleşme değil; yalnızca bir karşılaşmadır. Bu karşılaşmalar, er ya da geç yüzleşmeye dönüşmek zorundadır. Ve işte o zaman, fert-toplum çözümünün devası olarak Büyük Doğu ve İBDA eczanesinden başka başvurulacak bir kapı olmayacaktır. Fikrin zamanı henüz gelmekte; milletin ruhî dirilişi için sabır ve hazırlık şarttır.
Mirzabeyoğlu’nun vizyonu, sadece ferdin değil, toplumun da kendi özüne dönmesi gerektiğini vurgular. Bu perspektifle, aydın kişiler önce kendi ruhî hastalıklarıyla yüzleşmeli, sonra sosyal dokuyu onarmaya başlamalıdır. İBDA ve Büyük Doğu, bu sürecin rehberi ve reçetesidir; çünkü fert-toplum ilişkisini yeniden inşa edecek, milletin ruhunu diriltecek yegâne miras onlar tarafından sunulmaktadır.
Bugün ve Geleceğe Dair Uyarılar
Bugün Türkiye’de gözlemlenen huzursuzluk, memnuniyetsizlik ve parçalanmışlık, yalnızca günlük siyasî çekişmelerin sonucu değildir. Bu manzara, yüz yıldır Batıcılık adı altında dayatılan hayat tarzının toplumun bünyesinde yol açtığı derin ruhî tahribatın tezahürüdür. Toplum, bin yıllık İslâm kültürü ve ahlâkından koparılmış, yerine sahte bir medeniyet anlayışı ikame edilmiştir. İşte bugün herkesin birbirinden şikâyetçi oluşu, aynı mahallede, aynı evde bile fertlerin birbirinden kopuk yaşaması, bu tarihî dayatmanın tabii sonucudur.
Şu an yaşananlar, henüz bir yüzleşme değil, bir karşılaşmadır. İnsanlarımız kendi içindeki boşluğu ve çevresindeki çözülüşü fark etmeye başlamıştır; ama bu farkındalık henüz derin bir muhasebeye dönüşmüş değildir. Kaçınılmaz olan odur ki, yakın gelecekte toplum bu meseleyle köklü bir yüzleşmeye mecbur kalacaktır. İşte o noktada, Büyük Doğu-İBDA’nın sunduğu fikrî eczane ve ruhî reçete, milletin önünde yegâne çıkış yolu olarak belirecektir.
Ancak bu yüzleşme ve diriliş, yalnızca belli bir grubun çabasıyla değil, toplumun bütün katmanlarının katkısıyla mümkündür. Burada birkaç somut öneri üzerinde durmak gerekir:
Fikir Aristokrasisi İnşası: İBDA mensuplarına düşen görev, her ne pahasına olursa olsun kendi fikir aristokrasilerini inşa etmektir. Bu aristokrasi, ahlâkî seciye ve ilmî donanıma dayalıdır. Ancak aynı zamanda toplumun diğer kesimleri için de benzer bir sorumluluk vardır: Kendi inanç, kültür ve değer dünyasına sadık, basiret sahibi, fikir üretme kabiliyetine sahip şahsiyetlerin yetiştirilmesi ve bu liyakattaki kimselerin fikriyat ile tanışmasının sağlanması.
Aile ve Toplum Bağlarının Güçlendirilmesi: Toplumun çekirdeği olan ailede, fertlerin birbirine yabancılaşması engellenmelidir. Eğitimden gündelik yaşama kadar, aile içi iletişimin güçlendirilmesi ve İslâm ahlâkının hayatın merkezine taşınması zaruridir. Bu, yalnızca İBDA çevresinin değil, bütün toplumun üstlenmesi gereken bir sorumluluktur.
Eğitim ve Kültürel Yenilenme: Batıcı kalıplarla şekillenen eğitim sistemi, genç nesillerin ruhunu köreltiyor. Her yeni nesilde makas gittikçe açılıyor. Bu nedenle toplumun farklı katmanlarında kültürel köklere dönüşü ve ahlâk merkezli bir bakış açısını destekleyen eğitim faaliyetleri geliştirilmelidir. Bu, akademiden sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir alanda yürütülmelidir.
Toplumsal Dayanışma ve Ortak Zemin: Bugün siyasî ve ideolojik kutuplaşmalar, aynı mahallenin insanlarını bile birbirine düşman kılıyor. Halbuki toplumun dirilişi için ortak bir zeminde buluşma mecburiyeti vardır. İslâm ahlâkı ve bin yıllık kültürel hafıza, bu ortak zeminin hem tarihî hem de ruhî dayanağını sunmaktadır.
Sabır ve Uzun Vadeli Çaba: Millî diriliş bir anda gerçekleşmez. Tıpkı bir ağacın büyüyüp meyve vermesi gibi, sabır ve uzun vadeli bir gayret gerektirir. Bugün atılan her doğru adım, gelecek nesillerin daha sağlıklı bir toplumda yaşamasına vesile olacaktır.
Sonuç olarak, milletimizin ruhî hastalığı artık bütün bünyeyi sarmıştır. Bu noktadan geri dönüş yoktur; fakat diriliş için bir çıkış vardır. O da, kendi öz değerlerimize dönmek, İslâm’ın ahlâkî ölçülerini yeniden merkeze almak ve fikir ile aksiyonu aynı potada yoğurmakla mümkündür. Büyük Doğu-İBDA, bu dirilişin öncülüğünü yapacak fikrî reçeteyi sunmuştur. Şimdi görev, İbdacılar başta olmak üzere toplumun bütün kesimlerine düşmektedir: Herkes kendi cephesinde bu dirilişin bir parçası olmak zorundadır. Ancak o zaman, Batıcılıkla felç edilen ruh yeniden hayat bulacak ve millet, kendi özüne kavuşacaktır.