AKİT MENÜ

Aktüel

20 yılın asıl kazanımı: Özgüven kaybolunca dil susar

Mahmut Özer yazdı: Türkiye’de son yirmi yıla bakarken tartışma çoğu zaman yapılan işlerin envanterine sıkışıyor.

Haber Merkezi

Mahmut Özer yazdı: Türkiye’de son yirmi yıla bakarken tartışma çoğu zaman yapılan işlerin envanterine sıkışıyor. Yapılan yollar, binalar, fabrikalar, savunma sanayi projeleri, üniversiteler, altyapı yatırımları ve kurumsal dönüşümler üzerinden bir muhasebe yapılır. Oysa bu dönem, yalnızca “neyin yapıldığı” üzerinden değil, belki ondan da daha önemli olarak neyin yeniden mümkün hâle geldiği üzerinden okunmalıdır. Çünkü son yirmi yılın en kritik kazanımı, somut çıktıların ötesinde, yaklaşık iki yüz yıldır aşınan ve yer yer kaybolan özgüvenin yeniden filizlenmesidir.

Bu özgüven kaybının kökleri, yüzeysel bir geri kalmışlık hikâyesinde değil; derin bir medeniyet kırılması ve dil kaybında yatmaktadır. Modernleşme süreci boyunca yaşanan asıl sorun, teknik yeniliklere geç uyum sağlamak değil; kendi tarihsel birikimiyle, değer dünyasıyla ve bilgi üretme kapasitesiyle kurulan ilişkinin zayıflamasıdır. Zamanla bu zayıflık, yalnızca kurumsal yapılarda değil, düşünme biçimlerinde, kelimelerde ve hayal gücünde de kendisini göstermiştir.

Yaklaşık iki yüz yıllık süreçte Türkiye’nin maruz kaldığı temel kırılma, “yapamayız” ön kabulünün yerleşmesi olmuştur. Bu ön kabul, askeri alandan yönetime, bilimden sanata kadar geniş bir alana sirayet etmiş; kendi formlarımıza kuşkuyla bakmayı, dışarıdan gelen form ve kavramları ise doğal ve üstün kabul etmeyi beraberinde getirmiştir. Böylece özgüven kaybı yalnızca psikolojik değil, epistemik ve kültürel bir nitelik kazanmıştır.

Bu noktada Batı medeniyetinin kurduğu güçlü bilgi ve dil hegemonyasının etkisi belirgindir. Akademiden edebiyata, siyasetten şehir tasavvuruna kadar uzanan bu hegemonya, yalnızca bir dış baskı değil; zamanla içselleştirilmiş bir ölçüt hâline gelmiştir. Kendimizi, kendi gözümüzle değil; başkasının bakışıyla değerlendirmeye başlamamız, asıl özgüven kaybını derinleştiren unsurdur. Çünkü kendi hikâyesini başkasının diliyle anlatan toplumlar, bir süre sonra o hikâyenin öznesi olmaktan çıkar.

 

Bu çerçevede son yirmi yılda yaşanan dönüşüm, yalnızca fiziki veya kurumsal yatırımlar açısından değil; “biz de yapabiliriz” eşiğinin aşılması açısından kritik bir kırılmaya işaret eder. Savunma sanayiinden altyapıya, sağlık sisteminden yükseköğretime uzanan pek çok alanda görülen atılımlar, aslında özgüvenin maddi tezahürleridir. Fakat bu tezahürleri mümkün kılan asıl unsur, zihinsel eşiklerin aşılmasıdır. Daha açık bir ifadeyle, mesele yapılan işlerin toplamı değil; o işleri mümkün kılan zihinsel dönüşüm ve ortaya çıkan yeni iklimdir.

Ancak burada önemli bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Özgüvenin yeniden kazanılması, kendiliğinden kalıcı bir kazanım değildir. Eğer bu süreç yalnızca icraat düzeyinde kalır; bilgi üretimi, dil inşası ve kültürel formlar aracılığıyla derinleştirilemezse, yeniden kırılgan hâle gelmesi kaçınılmazdır. Tam da bu nedenle bugün esas tartışmamız gereken mesele, yeniden filizlenen özgüvenin nasıl kalıcı bir medeniyet kapasitesine dönüştürüleceğidir.

Bu noktada üniversiteler ve sivil alan kritik bir rol üstlenmektedir. Üniversiteler, yalnızca meslek kazandıran kurumlar değildir. Üniversiteler, bir toplumun kendisine hangi gözle baktığını, kendisini nasıl tarif ettiğini ve geleceğini hangi kavramlar üzerinden inşa ettiğini belirleyen ana mekânlardır. Eğer üniversiteler hâlâ büyük ölçüde başkasının diliyle konuşuyor, kendi tarihsel birikimiyle mesafeli bir ilişki kuruyorsa, kazanılan özgüvenin kalıcı hâle gelmesi zorlaşır.

Benzer şekilde sivil alan da bu sürecin vazgeçilmez bir parçasıdır. Özgüven, yalnızca devlet politikalarıyla değil; toplumun kendisini ifade edebildiği, tartışabildiği ve ortak anlamlar üretebildiği sivil zeminlerde güçlenir. Üniversitelerin sivil alanla kuracağı sahici bağlar, bilginin hayata temas etmesini sağlar; sivil alanın da tepkisel ve dağınık refleksler yerine, daha derinlikli ve tutarlı bir dil geliştirmesine katkı sunar. Bu karşılıklı etkileşim, özgüveni retorik olmaktan çıkarıp canlı bir toplumsal kapasiteye dönüştürür.

Bugün gelinen noktada Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, ne geçmişi idealize eden bir nostalji ne de yapılanları küçümseyen bir memnuniyetsizliktir. Asıl ihtiyaç, son yirmi yılda yeniden kazanılmaya başlanan özgüveni; bilgi üretimiyle, yeni bir dille ve sivil alanın zenginliğiyle tahkim edebilmektir. Çünkü özgüven, kendisini sürekli yeniden üretebildiği ölçüde anlamlıdır.

Özetle, son yirmi yılın asıl kazanımı yapılan yollar, tesisler ya da projelerden önce; “yapabiliriz” duygusunun yeniden içselleştirilmesidir. Bu duygu, doğru kavramsal çerçeveyle ve sahici bir dil inşasıyla desteklendiğinde, yalnızca bugünün değil; önümüzdeki yüzyılın da en sağlam sermayesi hâline gelebilecektir. Aksi hâlde yapılanlar kalır, fakat onları taşıyacak özgüven yeniden aşınır. Bu nedenle bugün esas mesele, kazanılan özgüveni yeni bir medeniyet diline dönüştürme iradesini gösterebilmektir.

 

Özgüven Sonrası Yeni Eşik

Dolayısıyla, yukarda ifade ettiğimiz gibi özgüvenin yeniden tesisinden sonra aşılması gereken kritik bir eşik daha bulunmaktadır. Özgüvenin yeniden kazanılması, kendi başına kalıcı bir dönüşüm anlamına gelmez. Özgüven, ancak kendisini taşıyacak bir dil ve o dili sürekli yeniden üreten yapılarla birlikte kalıcı hâle gelir. Aksi hâlde özgüven, konjonktürel başarıların ürettiği geçici bir ruh hâli olarak kalabilir.

Tam da bu noktada asıl mesele, bugün yeniden filizlenen özgüvenin yeni bir dil inşasıyla ne ölçüde tahkim edileceğidir. Bu dil yalnızca siyasal söylem dili değildir; bilgiyi üretme, tarihi okuma, toplumu anlama ve geleceği tasavvur etme biçimidir. Daha açık ifade etmek gerekirse, soru şudur: Türkiye, son yirmi yılda “yapabiliriz” noktasına geldikten sonra, “bunu nasıl kalıcı kılacağız” sorusuna sahici cevaplar üretmeye başlamış mıdır? Bu soruya temkinli ama tamamen olumsuz olmayan bir cevap vermek mümkündür. Evet, henüz güçlü ve bütünlüklü bir yeni dil inşasından söz edemeyiz; ancak bu yönde işaretler yok da değildir.

Özellikle bazı alanlarda dikkat çekici kıpırdanmalar gözlemlenmektedir. Örneğin, tarih ve düşünceyle kurulan ilişkinin niteliğinde belirgin bir değişim yaşanmaktadır. Geçmiş, uzun süre ya idealleştirilen bir nostalji objesi ya da aşılması gereken bir yük olarak ele alınmıştı. Son yıllarda ise geçmişi anlamaya, tahkik etmeye ve bugünün meseleleriyle konuşturmaya yönelik daha olgun bir ilgi ortaya çıkmaktadır. Tarih, ilk kez bu ölçüde savunma refleksi olmadan ele alınabilmektedir. Bu, dil inşası için son derece kritik bir zihinsel eşiktir.

Diğer taraftan, üniversiteler ve entelektüel çevrelerde—henüz sınırlı da olsa—kendi kavramsal çerçevelerimizi kurmaya yönelik arayışlar belirginleşmektedir. Batı literatürüyle ilişki, taklit ve edilgenlikten kısmen uzaklaşarak daha seçici ve eleştirel bir hâl almaya başlamıştır. Bu, henüz ana akım bir dönüşüm değildir; ancak artık “başka türlü konuşma” ihtimalinin ortaya çıkmış olması ve meşru hâle gelmesi dahi başlı başına önemli bir gelişmedir. Çünkü dil ancak meşruiyet kazandığında kök salabilir.

Bu bağlamda en fazla tahkim edilmesi gereken alan sivil alandır. Kültür, düşünce ve değer meselelerinin yalnızca akademik çevrelerle sınırlı kalmadan, daha geniş toplumsal zeminlerde tartışılmaya başlanması; dilin toplumsallaşması adına önemli bir imkân sunacaktır. Sivil alan, üniversitelerle kurduğu temas ölçüsünde dağınıklıktan kurtulacak; üniversiteler de sivil alanla temas ettikçe toplumsal gerçeklikten kopmaktan uzaklaşacaktır. Bu karşılıklı etkileşim, yeni dilin sürekliliğini sağlayabilecek nadir zeminlerden birisidir.

 

Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta, özgüven ile yeterlilik duygusunun karıştırılmaması gerektiğidir. Özgüvenin yeniden kazanılması, her meselenin çözüldüğü ya da eleştiriye gerek kalmadığı anlamına gelmez. Eleştirinin zayıflık değil, sürekliliğin şartı olduğu unutulduğunda, yeni dil daha doğmadan donuklaşır. Bu durum, özgüvenin kendisini tüketen bir rehavete dönüşme riskini beraberinde getirir.

Bu bağlamda bir başka nokta, kurumsal süreklilikle ilgili sorunlardır. Yeni bir dil, tekil başarı hikâyeleriyle değil; nesiller arası aktarımı olan kurumlarla yaşar. Üniversitelerde, kültür kurumlarında ve sivil yapılarda bu sürekliliği garanti edecek mekanizmaların henüz yeterince güçlü olmadığı görülmektedir. Dil üretimi kişilere bağlı kaldığında, kişilerle birlikte zayıflama riskini de taşımaktadır.

Yukarda kısaca değinilen alanlarda ciddi çaba sarf edilmediğinde eski dilin kalıntılarının ana akım refleksleri belirlemesi kaçınılmaz olacaktır. Bu durum, yeni dil girişimlerini ya marjinalleştirecek ya da onları ana akım karşısında sürekli savunma pozisyonuna itecektir. Savunma psikolojisiyle kurulan dil ise yaratıcı ve kurucu olmaktan ziyade tepkisel kalmaktadır. Bu zafiyet, siyasal dil ile medeniyet dili arasındaki sınırın bulanıklaşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla yeni dil inşası, günlük siyasetin söylem ihtiyaçlarına indirgenirse, derinlik kaybı kaçınılmaz olur. Oysa kalıcı dil, aceleyle değil; sabırla, tutarlılıkla ve tüm alanları kuşatan geniş katılımla inşa edilebilir.

Sonuç olarak; evet, özgüven yeniden kazanılmıştır ve bu tarihsel olarak son derece kıymetlidir. Ancak bu özgüvenin kalıcı bir medeniyet kapasitesine dönüşmesi, yeni bir dilin kurulmasına ve bu dilin sürekliliğinin sağlanmasına bağlıdır. Bugün bu yönde işaretler vardır; fakat aynı zamanda ciddi kırılganlıklar da mevcuttur. Bu sürecin başarısı, özgüvene rehavet değil; sorumluluk yükleyebilmemize, dili slogan değil; üretim hâline getirebilmemize bağlıdır. Eğer bunu başarabilirsek-ki başarabiliriz-, son yirmi yıl yalnızca bir telafi dönemi değil; daha uzun bir tarihsel yürüyüşün gerçek bir başlangıcı olacaktır.

SÜPER HABER

Yorumlara Git

Ekrem İmamoğlu'nun “sahte diploma” davası ertelendi

Suçu bakın kimlere attı! Ekrem İmamoğlu'ndan sahte diplomaya komik savunma

Osmanlı’dan günümüze Türkofobi! Faşist pankartların perde arkasındaki gerçek

Katil sürüsü mecliste görüşülen Filistinlilere idam kararına iğrenç rozetle destek verdi Yağlı urgan rezaleti

Almanya’da sistematik ayrımcılık! Müslümanlara ve siyahilere yeni moda ırkçılık