Yaşam
Erbakan Hoca, bir selamıyla savaşı bitirdi!
Alem-i İslam'ın derdiyle bir ömür tüketen Prof. Dr. Necmettin Erbakan; İslam Birliği, Adil Düzen, D-8’ler gibi projeleriyle Müslümanların ufkunu açan bir siyaset adamı ve mücahitti. Erbakan Hoca’nın dünyada olup biten olayları derinlemesine analiz ettiğini herkes kabul ediyor. Basireti ile yıllar öncesinden yaşanabilecekler konusunda uyarılarda bulunan Erbakan Hoca’nın az bilinen bir hatırasını okuyacaksınız. Erbakan’ın bir selamıyla, kanlı bir savaşı nasıl sona erdirdiğini okurken, ruhuna bir fatiha okumayı da ihmal etmeyin…
Güncelleme Tarihi:
Milli Gazete’de iki yıl önce yayınlanan röportajda Ekrem Şama’nın sorularını cevaplandıran Fethullah Erbaş, Şeyh Osman ve Talabani arasındaki kanlı kavgayı, Erbakan hocanın bir selamıyla nasıl sonlandırdığını anlattı. İşte Ekrem Şama’nın sorduğu, Fethullah Erbaş’ın içtenlikle cevapladığı o sorular ve tarihi bir hatıra…
Öncelikle isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Erbakan Hocamızın sizi Müslüman Kürt guruplar arasında arabulucu olarak gönderdiğini biliyoruz. Kuzey Irak bugün dünyanın gündeminde. Hem o görevinizle ilgili detayları, ham de Müslüman Kürtlerin Erbakan Hocamıza ve Milli Görüş’e bakışlarını sizden rica edebilir miyiz?
Elbette. 1994 yılı idi. Milletvekiliyiz. Ankara’da bir gün ‘Erbakan Hoca seni arıyor’ dediler. Hemen gittim ve ‘Buyurun Hocam’ dedim. Dedi ki, “Hemen Kuzey Irak’a gitmen gerekiyor, bugün aldığımız bilgilere göre Irak’ta şeyh Osman Efendi’nin Halepçe’deki güçleriyle, orada yine büyük bir güç olan Talabani’nin aşireti arasında çok büyük bir savaş var, her gün onlarca Müslüman ölüyor, gidip bu savaşı önle. Nasıl yapacaksan yap, bu işi hallet!” dedi. Ben de hiç itiraz etmedim.
Siz savaşı önlemeye mi gidiyorsunuz?
Evet, görevim bu. ‘Peki hocam, eve gidip bavulumu hazırlayayım, üstümü değişeyim’ dedim. “Hayır, hemen buradan havaalanına gideceksin, hiç vakit yok, Diyarbakır uçağı kalkmak üzere yetiş” dedi. Ama ben şaşkınım, çünkü Kürtçe bilmem, aşiret reisi de değilim, beni neden görevlendirdi diye. İran-Irak savaşından kaçıp Türkiye’ye sığınmış bir mühendis vardı, tanışıyorduk, onu aradım ve bana eşlik etmesini ve tercümanlık yapmasını istedim. Adı Şivan’dı. Onu aldım, tam hareket edecektim ki MSP eski Milletvekili Fuat Fırat bey ile karşılaştık. Ona da anlattım, Hocamın bana verdiği görevi anlattım, arabasını kenara park edip ‘Ben de geliyorum’ dedi. Üç kişi olduk.Diyarbakır uçağına yetiştik, Ömer Vehbi Hatipoğlu’nu aradım. Bizi Diyarbakır’da karşıladı. Diyarbakır’da bir arkadaşım vardı, Kuzey Irak’ta yerel yönetimde Milli Eğitim Bakanı idi. Barzani’nin bürosunda şef idi. Kendisini bulup dedim ki: ‘Şefim ben Kuzey Irak’a gidiyorum, haber ver bana yardımcı olsunlar. Bilmediğim bir yer’ dedim. “Tamam” dedi. Şaşkındım, çünkü bu görevi kabul ettiğim andan itibaren, nereye gitsem önüm hemen açılıyordu. Allah’ın yardımı olduğu apaçıktı. Bir taksi ile dört kişi sınıra kadar gittik. Kapıya geldik ellerimizde pasaport girdik içeriye. Baktım bir askeri müfreze 30’a yakın peşmerge bizi törenle karşıladı.
Sınırda mı?
Irak giriş kapısında bizi karşıladılar. Şaştım bu işe. “Sizi kim gönderdi?” diye sordum. “Barzani Bey sizi karşılamamızı emretti.” diye açıkladılar.
Erbakan Hocamız mı görüşmüş acaba Barzani ile?
Hayır, Diyarbakır’da görüştüğüm şef arkadaşım aramış, Barzani’ye demiş ki “Fethullah Bey burada çok işimize yarıyor, sizinle görüşmeye geliyor, çok önemli bir insandır.” O da bizi törenle karşılatmış.
Dahok’ta bir otelde konakladık, askerlerde bizi koruyorlar, oteller para mara da almadılar. Ertesi günü bize tahsis edilen vasıtalarla Erbil’den Selahattin kentine gittik. Barzani ile görüştük, misafirhaneye gittik. Baktım, Türkmen cephesi başkanı var, İngilizlerden bir heyet var, Suudi Arabistan’dan heyet var, Körfez’den bir heyet var, hepsi de bu iş için gelmişler oraya.
Dediler ki “Ne var ne yok, neye geldiniz?” ‘Böyle böyle, arabuluculuk yapmak için geldik’ diye cevapladığımızda, “Ohoo biz kaç gündür uğraşıyoruz, 10 gündür, 15 gündür buralardayız, daha Talabani’den bir randevu alamadık” diye gülüştüler. Biz de dedik ki: “Bir de biz deneyeceğiz şansımızı.”
Sizin görevinizi bir daha ifade eder misiniz?
Talabani ile Şeyh Osman, İslami Hareket Partisi. Kuzey Irak’taki partilerin hepsinin bir siyasi cepheleri var, bir de askeri cepheleri var. Her partinin bir de asker gücü var. Bunlar arasındaki çatışmayı önleyeceğiz. Çünkü iki taraftan da çok Müslüman ölüyormuş.
Barzani akşamüstü bizi davet etti, yemeğimizi kendi eliyle doldurdu. Allah için yani dört kişiye ziyafet verdiler. Yemekten sonra kalktık teşekkür ettik. Sabahleyin kalktık Şeyh Osman Efendi’nin yanına gittik oturduk. İtibar gösterdi. Erbakan Hoca’nın selamını ilettik, hürmetle aldı. Konuyu anlattı. Çok haksızlığa uğratıldıklarını, bunun için aralarının bozulduğunu ifade etti.
Ben dedim ki “Erbakan hoca dedi ki, git onları barıştır bu kadar Müslümanın kanı akmasın, silahı bıraksınlar.” Cevap verdi: “Madem Erbakan Hoca öyle demiş, benim diyecek bir şeyim yok.” Ben de “Yetki ve vekâletini bana ver, ben gidip Talabani ile senin adına görüşeyim. Sizi karşı karşıya getirmeyeyim” dedim. Hiç tereddüt etmeden bana vekâletini yazdı ve verdi. Ben olanlara hayret ediyordum. Ben kimim ki, hemen vekâletini verdi. Erbakan Hocamın elçisiyim. Hocamı bir kere daha hayranlıkla andım.
Diğer üç arkadaşınız da yanınızda mıydı?
Evet dördümüz de beraberiz. Beraberimizde korumamız olan 30 asker de yanımızda gittik Süleymaniye’ye, yani Talabani’nin bulunduğu şehre. Dediler ki “Talabani Çölekalan diye bir yer var oraya gitti.” Biz de oraya gitmek için bin bir zahmeti göze aldık, ertesi günü Çölekalan’a ulaştık. Talabani’nin adamları dediler ki “Niye geldiniz buraya?” İsmimizi verdik ve görüşme isteğimizin kendisine iletilmesini rica ettik. Bildirdiler, dediler ki: “Erbakan Hoca’nın özel elçisi gelmiş sizinle görüşmek istiyor.” Talabani “Tamam gelsinler ama 15 dakikayı geçmesin benim işlerim var” demiş. İster istemez tamam dedik.
Bir sorun çıktı. Barzani’nin tahsis ettiği korumalar da bizim güvenliğimiz için beraber içeri girmek istiyorlar. “Siz bize emanetsiniz. Size bir şey yapabilirler” diyerek. Aman Allah’ım, baktım ki iş kötüye gidecek, onlara dedim ki, “Bakın size ben imza vereyim. İçeriye sizi ben aldırmadığıma ve bir zarar gelirse kendi isteğim sonucu geldiğine dair…” İmza vererek zor ikna ettik.
TALABANİ İLE GÖRÜŞME
Bizi götürdüler Talabani’nin yanına. Selamlaştık, ellerimizi sıktı. Erbakan Hoca’nın selamını söyledik. “Ve aleyküm selam” dedi. Oturduk. Söze başladım dedim ki: “Ben Şeyh Osman Efendi’nin vekiliyim. Erbakan Hocamız sizin bu şekilde davranışınızı hiç tasvip etmiyor. İki Müslüman birbirini kırar mı? İkiniz de Müslümansınız, ikiniz de kardeşsiniz. İslam’da böyle şey yoktur. Barışmanızı istiyor.” Dedi ki: “Şeyh Osman’ın neler yaptığını biliyor musunuz?” “O size ne yapmışsa yapmış, siz ona ne yapmışsa yapmışsınız. Erbakan Hocamız böyle istiyor. Barışmanız gerekli.” diye cevapladım. Şeyh Osman’ın yaptıklarını kendine göre anlattı.
15 dakika ile sınırlıydınız ama…
Artık vakit sınırı falan kalmadı. Konuşmalar uzadı. Talabani son olarak dedi ki, “Madem ki Erbakan Hoca barışmamızı istiyor, ben barışırım.” “Tamam, o zaman şartları ben yazacağım” dedim. Tercüman Şivan’a yazmaya başlamasını söyledim. Bismillah’la başladık. 9 madde yazdırdım. Talabani dedi ki: “bir madde de benim isteğim var. Şeyh Osman benim üzerimdeki mürted fetvasını kaldıracak.” Biraz tereddüt geçirdim ve sonunda “tamam” dedim. İmzalar atıldı. Çay, yemek, sohbet derken, tam dört buçuk saat beraber olduk.
Peki, Gerek Talabani ve gerekse diğer Müslüman Kürt gurupların Erbakan Hocamıza ve Milli Görüş’e bakışları nasıldı?
Bu sorunuzu Talabani’nin yemekten sonra bizimle yaptığı sohbeti özetleyerek cevaplamam gerekir. Talabani dedi ki “ben Türkiye’de olsaydım Erbakan hocaya oy verirdim.” Nedenini sorduk devam etti: “Çünkü Erbakan İslam Birliği’ni istiyor, o İslam ortak parası olan İslam Dinar’ını istiyor, İslam ortak pazarını istiyor, İslam ortak savunma gücünü istiyor, bunlar olsa, İslam Birliği olsa, biz Kürtler de bu birliğin şerefli bir üyesi olurduk. Şimdi hiç ne olduğumuz belli değil. İslam Dinarı olsa, (cebinden bir kâğıt para çıkardı) bu eskiden 20 dinardı, şimdi tedavülden kaldırdılar, hiçbir şeye yaramıyor. İslam ortak pazarı olsa, ben de bu dinarla her yerde alışverişimi yaparım, satarım alırım…”
Bu olay kaç yılında olmuştu?
1994’tü. Anlattı, anlattı… “Siz bunları nerden biliyorsunuz?” diye sordum. “Refah Partisi 4. Kongresi vardı ya, o büyük kongrenin sonuç bildirgesinde yazıyor.” dedi. Kendi kendime utandım. Ben o partinin milletvekili olduğum halde o kitapçığı okumamıştım, okusam bile böyle anlamamıştım diye düşündüm. Allah’ım Hocamız, neleri düşünmüş ve yazmış ama ben halen bunun ne manaya geldiğini anlayamamışım diye hayıflandım. Bu Kürt liderler ise satır satır okumuşlar ve kurtuluşlarının orada olduğunu anlamışlar. Bir de bugünlere bakıyorum, gerçek çözüm yerine neler neler konuşuluyor da, asıl bunlar çözümün içinde hiç yok. Bunların yer almadığı bir çözüm asla kalıcı olamaz. İnsan düşündükçe kahroluyor. Giderken ufak tefek hediyeler almıştık. Onları verdik. O da bize Erbakan’a verilmek üzere kocaman bir halı hediye etmeye kalktı. Hoca’ya layık olsun istiyordu. Götürme imkânımızın olmadığını söylediğimizde de ister istemez bir seccade verdi.
Şeyh Osman’ın yanına döndünüz sanırım?
Evet, 10 maddelik anlaşma elimizde, Şeyh Osman’ın yanına geldik. Olanları anlattık ve anlaşmayı yaptığımızı söyledik. “Hadi okuyun şunun maddelerini” dedi. Baştan 9 tane maddeyi onayladı. 10. maddeye gelince “vah!” diye ayağa fırladı: “Ben o zalimi ancak bu fetva ile kıstırmıştım, sen şimdi bağını aştın onun!” Kulaklarıma kadar kızardım, ama dönüş olamazdı. “Eyvallah şeyhim ben sizden vekâlet alırken tabi elbette ki bunu düşünmemiştim, ama istersen reddedelim, anlaşmayı geçersiz sayalım, ama şunu bil ki, Erbakan Hocamız çok üzülecek!” dedim. Boynunu büktü ve aynen şöyle dedi: “Madem Hocam bundan dolayı üzülecek, ben onu da kabul ediyorum! Erbakan Hocamızın hatırına fetvadan vazgeçiyorum!”
Bundan dolayı nasıl sevindiğimi anlatamam. Bu şekilde anlaşma yapılmış, Erbakan Hocamız iki Müslüman Kürt aşiretini barıştırmıştı. Ama şuna hayret ederim, bunu yaparken önümüzdeki bütün zorlukları Allah kaldırmış ve kolayca başarmamıza yardım etmişti. Elbette
ERBAKAN HOCA İŞİN İÇİNDE OLDUĞU İÇİN
Ben de bir katkıda bulunmak istiyorum: “Erbakan Hocamız bir dünya lideriydi. Hem insan olarak, hem bilgi birikim, tecrübe ve donanım olarak, hem de manevi olarak. Bu özellikleri olmayan birisi çıkıp da “ben de bir dünya lideriyim” diyecek olsa, sadece gülünç olur ve sonunda rezil rüsvay olur.” Bu kurduğum cümlede bir yanlışlık var mı?
Çok doğru bir söz söylediniz. Erbakan Hocamız tüm dünya Müslümanlarının lideriydi. Nerede, ne olay olmuş, onun haberi olur ve gerekli müdahaleleri bir şekilde yapardı. Bugün çok kanlı bir vaziyet almış olan Kuzey Irak ve Suriye’deki olaylar, Erbakan Hocamızın ve Milli Görüş’ün çözüm önerileri ile, yani ancak ve yalnız İslam Birliği ile çözüme kavuşabilir. Tabi İslam Birliği’nin yanında diğer İslam Müesseseleri de kurulmalıdır. Demin ifade ettim, Talabani de zaten bunu söyledi.
HER GÖREVDEN SONRA KAPILAR BİR BİR AÇILIYORDU
Bir görevi de bu şekilde başardınız yani?
Evet, geri geldik, Erbakan Hocamıza durumu arz ettik. Çok sevindi ve dua etti. Şimdi bugün bile düşünüyorum da, bu benim yaptığım ve yapacağım bir iş değildi. Asla değildi. Erbakan Hocam bana git bu işi yap, dediği andan itibaren ne kadar kapı varsa, önümde açılıverdi. Benim bir özelliğim, bir gücüm yok, ben Türkçeden başka bir lisan bilmem, Kürtçe bilmem, Arapça bilmem. Ben gidiyorum, ta bütün ülkelerin orada barış için gelen heyetlerinin hiç biri kabul edilmezken, ben gidiyorum ta adamın Çölekalan dedikleri yer ki, hiç kimse oraya girememiş, böyle labirentler gibi yapılmış, yani buradan girersen öbür taraftan vurulursun, yani çok korunaklı bir yer.
Ben oraya kadar nasıl gittim, nasıl bunları başardım, nasıl döndüm? Sonra diyorum evet, bunları başaran kim, ben bilmiyorum. Yani Rahmetli Erbakan Hocamızın bir kere “git” demesi, bir emir vermesi işin sırrı diye düşünüyorum. Her görev verişinde böyle bütün kapılar adeta kendiliğinden açılıyordu.
Bu ve benzeri olaylarda Erbakan Hocamızın manevi boyutu dolayısıyla Allah yardım ediyordu, diyebilir miyiz?
Elbette öyleydi. Yani Hocam bir görev verdiği zaman, tartışmadan, niye, neden, diye sormadan gittiğimizde Allah’ın yardımıyla başarır gelirsin. Her şey önünde adeta kendiliğinden açılıyor. Ama kendi başımızı bir işe teşebbüs etsek, elimize yüzümüze bulaştırır, binbir engelle karşılaşıp başarısız olarak dönerdik.
milligazete.com.tr