Kültür - Sanat
'Müslüman Sinemanın, Katolik Peygamberi!'
Genç sinemacı Ali Haşimi Beyaz perdeye girmesinin ardından çokça tartışılan Hz. Muhammed filmi ile ilgili çok dikkat çekici bir analiz kaleme aldı. İşte Ali Haşimi’nin gözünden Hz. Muhammed filmi…
Beyaz perde girmesi ile birlikte tartışmalarda da başladı. Hz. Muhammad filmi… Hakkında çok şeyler yazıldı çizildi. Bu kapsamda genç sinemacı Ali Haşimi, filme ilişkin olarak çok çarpıcı bir yazı kaleme aldı.
İşte Ali Haşimi’nin o yazısı:
‘’Damatla gelin, yatakta oturuyorlardı. Damat, kırmızı bir düğme aldı eline. Havaya fırlattı ve kırmızı düğme gelinliğe düştü. Ardından sahne sonlandı…’’
İşte sinemada imgesel anlatım kısaca budur. Sahnedeki kırmızı düğmenin ne manaya geldiği, herkesçe malumdur diye tahmin ediyorum.
Eğer derdin bir şey anlatmaksa, bunu doğrudan vermek yerine, hem daha bir manalı, ince, adeta bir şiir mısrası gibi, izleyiciye farklı yollardan, imgesel üslup ile verebilirsin.
Başarılı bir yönetmeni diğerlerinden ayıran, bu dili kavramak ve iyi bir biçimde kullanmaktır. Geçtiğimiz yıllarda işte böylesine sahneler içeren İran filmleri vardı. Mecid Mecidi’de bu filmlerin yönetmenlerinden biriydi.
Yazının sonunda anlayacağınızı, ben başta söyleyeyim: ‘’Muhammed: Allah’ın Elçisi’’ filmini beğenmedim. Yazının bundan sonrası için, ona göre gardınızı almanızı tavsiye ederim.
FİLMİN SİNEMATOGRAFİSİ
Eğer filmi, seküler, tarafsız, tamamıyla sinema diliyle yorumlayacak olursam, açıkçası Yönetmen Mecidi, kendi çizgisinin fazlasıyla dışına çıkmış diyebilirim. Filmler neye nispetle kendini tezahür ettiğine bağlı olarak, çeşitli kategorilere ayrılır. Bazı filmler yönetmeniyle, bazıları senaryosuyla, bazıları da bütçesi ve gişesiyle, yani magazinsel tarafıyla öne çıkar. Genel olarak Mecidi’nin de üslubu olan sanat filmlerinde, yönetmen izleri görürüz. Ve yönetmen yorumunun ön planda olduğu bir anlatım biçimiyle, filmi izleriz.
Lakin Hz. Muhammed filminde, Mecidi’nin diğer filmlerine nispetle kendi çizgisinin dışına çıktığı bariz demeyeceğim, zira Mecidi kendi çizgisi dışına çıkmak bir yana, yönetmen yorum ve üslubunu izleyiciye hiçbir şekilde hissettirememiş. Yani bu film, bütçesiyle/gişesiyle ön plana çıkan, magazinsel filmler kategorisinde rahatça yerini almış diyebilirim. Çünkü gerçekten bir yönetmen duruşu hissedemedim. Eğer filmin yönetmenini bilmeseydim, abartısız söylüyorum 40 yıl ya da daha fazla düşünsem bile, bu filmin yönetmeninin Mecidi olduğu aklıma gelmezdi.
Filmde ciddi bir emek var, bu çok bariz. Sanat yönetmeni işini iyi yapmış. Oyuncu kostümlerinden mekâna her şey mükemmel diyebilirim. O dönem ancak bu kadar iyi yansıtılabilirdi. Sahneler muhteşem. Özellikle sözde peygamberin, meyve bahçesinde koşturduğu, oynadığı, insanların muhabbetle işlerini yaptığı sahne, klasik dönem filmlerinin aksine, bize dönemin sosyal havasını gayet iyi hissettirdi. Ki Haşimi ailesine mensup biri olarak film bana, ailemle ilgili iyi bir durum belgeseli oldu diyebilirim. Belgesel dedim çünkü bu yapıt, bu hoş görüntülerle keşke film değil de belgesel olsaydı diyorum. Zira filmin senaryo matematiği iyi kurgulanmamış. Neredeyse 4 saat ayırdığımız film bittiği anda, “eeee sonuç?” diyebiliyorsunuz. Bir şeyler adeta bağlanamamış. Hatta yer yer hikâyede kopukluklar var diyebilirim. Oyunculuklar ise mükemmel olmamakla birlikte, vasatta sayılmaz. Lakin filmin müzikleri bence vasat. Bazı hoş sahnelerde dinlediğimiz, ud ile icra edilen şarkılar filme özel yapılmamış, Trio Joubran adlı müzik grubuna ait şarkılardan seçilmiş.
Yani film için bestelenen şarkılar, Çağrı filminin haftalarca çölde kalınarak bestelenen şarkılarının zerresini hissettirmeyince, piyasadaki popüler etnik şarkılar toplanmış ve etkileyici sahnelere yerleştirilmiş. Yani sayın okuyucu, filmin 30 milyon dolar gibi bir bütçeyle çekilmesi, bir şeyleri kurtaramamış.
FİLMİN SEMİYOTİĞİ
İşte yazının tehlikeli sularda yüzmeye başladığı bölüm burası. Filmin semiyotiğine, yani alt metnine ineceğim. Ortalama bir yönetmen olarak filmler hakkında ahkâm kesemem. Sinema yazarı değilim. Film kurdu hiç değilim. Lakin şu sıralar kulağımızın çokça aşina olduğu, subliminal mesaj hususunda ve filmin semiyotiği hakkında üç beş kelam edebilirim diye düşünüyorum…
Direkt olarak, filmin afişine gidelim mesela. Yani henüz bizler filmi izlemeden evvel, filme dair karşımıza çıkan ilk bildirime. Afişte açıkça Hz. Meryem’in kucağındaki İsa’yı görmekteyiz. Afişteki sözde Hz. Âmine tamamen Hz. Meryem resimlerinde gördüğümüz şekilde giydirilmiş. Bakışlar, etraftaki insanlar, yüzdeki ve etraftaki ışık hüzmeleri tamamen Hristiyan bir bakış açısıyla karşımıza çıkmakta. Hz. Muhammed’in bebeklik dönemlerinde, bebeğe isim verme merasimini izliyoruz. Ciddi bir kalabalık, kutlamalar, kutsal kabul edilen mekân vs. derken aklımıza nedense bir anda Hristiyanlıktaki vaftiz törenleri geliyor. Çok geçmeden bebeğin, hep bir beyaz ışık saçtığını görüyoruz. Peygamber bebekliğinden buluğ çağına kadar, uzun saçlı olarak karşımıza çıkmakta. Hazreti Peygamberin, hayatının belli bölümlerinde uzun saçlı olduğunu elbette biliyoruz. Ama batılı izleyiciye niye Hz. İsa stili, hep bir uzun saç modeli empoze ediliyor bilmiyorum. Dahası var. Hatta daha tehlikelisi! Hz. Peygamberin sütannesi Hz. Halime, Peygamberin baba evine gelir. Hz. Âmine, henüz hiç tanımadığı Hz. Halime’yi eve alır. Karşılıklı otururlar. Gereksiz uzun bir süre boyunca, birbirlerine tebessüm eder, gözleriyle birbirlerini süzerler. Ekmek yerken bile o kadar uzun bakışırlar ki, sinemada ön koltuklardaki çocukların kıkırdadığını fark etmedim değil. Hatta Hz. Halime, beşikteki bebeğin yanına gitmek için kalktığında, Hz. Âmine baştan aşağı farklı bir bakış tarzıyla Hz. Halime’yi süzer. Bunlar bir kısmımızca fark edilmemiş olabilir. Lakin bilinçaltımızın ne gördüğü ya da fark eden izleyicide ne tür bir iz bıraktığı malumdur.
Filmde peygamberi neredeyse tamamen mucizeleriyle görüyoruz. Filmin ana akış aracı mucizeler diyebilirim. Öyle ki; Hz. Muhammed’e peygamberlik görevi sanki 40 yaşında değil de, doğuştan verilmiş izlenimine kapılıyoruz. Peygamber bol bol put deviriyor. Ama nedense kilisede karşısında apaçık duran sözde Hz. Meryem ve İsa putuna şaşkın ve sevecen bir ifadeyle bakıyor. Allah Allah?
Mucizeler demişken, peygamberin Hz. Halime’yi henüz ölmüş haldeyken diriltmesi, sapkın ve aç olan kavmi denizleri yararak balıkla doyurması, sadece sizin değil, benimde aklıma İncil ve Tevrat’ta geçen mucizeleri ve bu dinlere ait sembolleri getirdi. Anlayacağınız üzere, film batıya göz kırpma derdinde. Peki, buna mecbur muyuz? Evet, diyorum ki; batıya İslam’ı ve peygamberi alakasız mevzularla anlatmak, olmayan kılıflar giydirmek tam olarak nedir? Birilerine şirin gözükmek zorunda mıyız? Hatta şirin gözükme derdiyle Hazreti Peygamberi, haşa kullanmalı mıyız?! Açıkçası devletimiz Fetullahçı Örgüte operasyon yapmamış olsaydı, Mecidi bu film için, Fetullahçı Örgütten parasal yardım almış derdim. Zira film baştan aşağı, Batı ve dinler arası diyalog derdinde!
PEYGAMBERİN SURETİ
Filmle ilgili en çok tartışmalara yol açan konu ise, hiç şüphesiz peygamberin beyaz perdeye yansıtılması mevzusu. Bu filmde yönetmen Mecidi yukarıda vermiş olduğum örneğe nispetle, kırmızı düğme göstermek yerine izleyiciye direkt olarak gerdek gecesini göstermiş. Hâlbuki yönetmeni başarılı yapan, mevzuyu direkt göze sokmaktan ziyade, mevzuyu izleyiciye derinlemesine hissettirecek imgelerle vermek değil midir? Sinemayı sanat yapan üslup, bu değil midir?
Açıkça ifade etmeliyim ki İslam’da katiyen Peygamberin suretlendirilmesi söz konusu değildir. Elbette bu yönde girişimler oldu. Lakin bunlar ciddi bir karşılık alamadı. İslam medeniyetinde, resmetmekten ziyade hissetmek daha ön plandadır. O yüzdendir ki; bizler kâğıt ve kalem sanatıyla daha fazla meşgul olmuşuzdur. Tezhip, ebru ve hat sanatı bunlara örnektir. Kurduğumuz İslam medeniyetinde Peygamberin suretlendirilmesine dair net bir çalışmaya rastlamayız. Müslümanların böyle bir ihtiyacı da olmamıştır. Zaten mevzu başlı başına legal olsaydı, Peygamberin dünya hayatındaki son dönemlerinde, varlıklı olan sahabeler pekâlâ Roma’dan dönemin en iyi ressamlarını getirebilir, o çok sevdikleri Resulü, vefatından sonra kendileri için bir teselli olması amacıyla resmettirebilirlerdi. Peygamberin temsili bir surete bürünmesinden katiyen rahatsız olmayanlara sormak lazım; Emevilerden, Abbasilere, Eyyubilere, Selçuklulara ve Osmanlıya kadar 1400 yıllık İslam medeniyetinde, Peygamberi bir şekle büründürmek, resmetmek hiçbirinin aklına gelmemiş midir? Tek akıllı ve tek uyanık siz mi siniz? Hiç düşünmez misiniz ki, ne yönden bakarsak bakalım, Peygamberi bir eşyaya yansıtma adına 1400 yıldır hiçbir girişim olmamış (birkaç meczubun girişimi dışında). Demek ki burada bir sakınca söz konusu. Peygamber her gönülde başka bir biçimde suretlenir, yer edinir. Hatta öyle bir yer edinir ki; görseniz şaşarsınız. Ama siz bir resim veyahut filmle, insanların önüne temsili de olsa bir peygamber koyarsanız, bu isteseniz de istemeseniz de insanların bilinçaltında yer eder. Hz. Hamza dediğimde, kim gözünüzün önüne geliyor Allah aşkına?
Ayrıca filmde Peygamberin suretlendirilmediği büyük bir yalan. Zira Peygamber ilk önce el ve ayaklarıyla, daha sonra gözleriyle ve yer yer yanak, burun ve çenesiyle beyaz perdeye yansımakta. Yani toplamında bir yüz oluşmakta. Ve tüm bunlar bir yana, bu vaka şunu göstermektedir ki; söz konusu filmden cesaret alınarak, en fazla 20 yıl içinde kesinlikle peygamberin tümüyle yansıtıldığı/suretlendirildiği filmler göreceğiz. Bunun vebalinin altından kimse kalkamaz efendiler!
ÇAĞRI FİLMİ VS. MUHAMMED FİLMİ - MEZHEPÇİLİK
Çağrı filmi 1977’de gösterime girmiş, o dönemden günümüze on binlerce gayri gönlü İslam’a kazandırmış, çekimleri esnasında tepkiler alsa da, izlendikten sonra Sünni ve Şii fetva makamlarından onay almış, giriş sahnesindeki atlı sahabeler çölde ilerledikçe bizlerin yüreğini çöllere vurmuş bir başyapıttır. Biz Sünniler Çağrı filmini çekerken ‘’birleştirici olsun’’ niyetiyle Hz. Ömer’i Hz. Osman’ı ve diğerlerini, Peygamberin en yakınındakiler olduğu halde perdeye yansıtmadık. Hikâyeyi Hz. Hamza üzerinden verdik. Lakin keskin bir Şia olarak görmediğimiz Mecidi, filmi Şia imgelerine boğmuş (bunu kendisinden beklemediğimi ifade etmeliyim).
Çağrı filminde Peygamberi hiçbir suretle görmedik. Sadece Hazreti Peygamberin Medine’ye girişi sahnesinde, devesinin üzerinde halkı selamlarken asasını görüyoruz. Ve sonradan öğrendik ki, Çağrı filminin yönetmeni Şehid Mustafa Akkad, sırf Peygambere saygısızlık olmasın diye, sadece asanın görüldüğü sahnede dahi, asayı bir beşere, şaşarız diye tutturmamış, devenin hörgücüne bağlatmıştır. İşte hassasiyet budur! Bunun üzerine daha fazla bir şey söylemek mümkün değildir…
Bir diğer hususta, yukarıda belirttiğim üzere, film mucizeler üzerinden ilerlemekte. Mucizelere iman eden Ehl-i sünnet itikada gönül meyletmiş biri olarak ifade etmeliyim ki, bu kadarı beni bile rahatsız etti. Kaldı ki, madem filmde Hazreti Peygamberin doğduğu güne dair asıllı ya da asılsız birtakım mucizeler gösterildi, peki Peygamberin doğduğu gece İran’daki Kisra Sarayının 14 sütunun yıkılmasını ve Perslerin Tanrı olduğuna inandıkları 1000 yıldır hiç sönmeyen devasa ateşin, aniden sönmesini neden filmde göremedik? Burada yönetmenin milli/mezhebi gurur ve bencilliğiyle bahsi geçen mucizeleri filmde vermediğini çok bariz görüyoruz. Bizler filmi eleştirdiğimiz için, bizleri kavmiyetçi ve mezhepçi olmakla itham edenler, bence kimin kavmiyetçi ve mezhepçi olduğunu bir kez daha düşünmeli.
VİCDAN MUHASEBESİ
Yarın öbür gün, bu filminizin verdiği cesaretle, Efendimizin yüzünü gösteren filmler çekildiğinde, genç kızların Hz. Yusuf dizisinde olduğu gibi, filmdeki sözde Hz. Muhammed’in fotoğraflarını paylaşıp " benim yakışıklı peygamberim" içerikli yazılar yazmayacağının, ‘’Hz. Muhammed’’ figürlü fotoğrafların-hediyelik eşyaların olmayacağının, sözde peygamber fotoğrafına sarılıp dua eden teyzelerin ve daha birçoklarının garantisini verebilir misiniz? Geleceğe nasıl bir dini anlayış bırakacağınızın farkında mısınız?
Bakınız baylar ve bayanlar. Elbette Hristiyanlığın ilk dönemlerinde Hz. İsa’nın portrelerine ya da heykellerine dair bir çalışma yoktu. İlahi din, batıl dine dönüştükçe; nesil, İsa’nın kendisini aradı. Bulamayınca onu metalaştırdı ve şekle büründürdü. Yani bu bir süreçti. Bugün geldiğimiz noktada, insanların vücutlarının mahrem yerlerine dahi haşa sözde İsa dövmeleri ya da haç çizdirdiklerini görüyoruz. Sorsak bunda bir beis görmezler. Öyle ya; önemli olan niyet!
Yani anlayacağınız, taviz tavizi doğuruyor…
Duygusal yoğunluk ve mantık, göreceli bir kavramdır. Bu kişisel duygular her hangi bir şeyi etik kılmaz. Meseleyi duygusallık ve heyecan boyutundan çıkarıp, fikirsel düzlemde muhasebe etmemiz gerekir. Belirttiğim üzere bugün sadece ellerini, ayaklarını, gözlerini gördüğümüz filmdeki Peygamber, Hristiyanlığa dair örnekte olduğu gibi, bir taviz sürecinin başlangıcıdır. Hepimizin az buçuk tahmin edeceği üzere çok değil, eğer akli düşünüp gardımızı almazsak, en fazla 20 sene sonra peygamberi, tüm sureti ve meta bağlamında her olgusuyla, beyaz perdede göreceğimiz filmler izleyeceğiz. Hele ki; bundan birkaç asır sonra, bu meselenin nerelere, hangi boyutlara ulaşmış olacağını düşünmek bile istemiyorum.
Uzaktakiler değil, gayet Müslüman camianın sinema yazarlarının, yönetmenlerinin, köşe yazarlarının, entelektüellerinin görüşlerini okuyunca, filme dair çok basit eleştiriler yapıldığını, bu hususta film hasreti olduğu için, fazla duygusal yaklaşıldığını gördüm. Çok şaşırdığımı ifade etmeliyim.
Bakınız bizim mahallenin çocukları! Bu film sadece sinematografik açıdan eleştirilecek bir film değil. Yazıda da okuduğunuz üzere, mesele çok başka. Sanki sıradan hatalarmış gibi, bunca tehlikeli meseleyi görmezden gelip, marjinal olmak adına, James Bond filmi yorumlar gibi bir üslup takınmanız, meseleyi ve peygamberin hatırasını hafife aldığınız manasını taşır. Bizler O’nun adını duyduğumuz anda dahi oturuşunu düzelten, kendine çekidüzen veren, elini göğsüne basan toprakların, kültürün, fikrin çocuklarıyız. Bu duruş bağlamında, bir şeyleri gözden geçirmenizi tavsiye ederim.
Dedim ya; ben bu filmi beğenmedim…
Ali Haşimi