AKİT MENÜ

Kültür - Sanat

One Minute'ü artık kendimize de çekmemiz lazım!

GENÇ Dergisi'ne röportaj veren Gazeteci Yazar Bünyamin Yılmaz, “Müslüman sanatçının tasavvuru”na dair önemli tespit ve değerlendirmelerde bulundu.

2015-01-19 20:37:54

Bünyamin Yılmaz, 1973 yılında Düzce-Gölyaka’da doğdu. Düzce İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik bölümünden mezun oldu. Düzce’de, Hilal FM ve Radyo Ozan’da çeşitli kültür programları hazırlayıp sundu. Hasan Nail Canat’la birlikte vefatına kadar Bana Mahşeri Anlat, Bir Avuç Ateş, Mesnevi’den Damlalar’ın da aralarında olduğu çok sayıda oyunda rol aldı. Marmara FM’de iki yıl boyunca Kültür Gündemi adlı programı hazırlayıp sundu. Ayrıntı, Kırkayak, Kırklar, Vuslat dergilerinde yazıları yayınlandı. Uzun yıllar Millî Gazete’de Kültür Sanat Editörlüğü görevinde bulundu. Şu an Yeni Şafak Gazetesi’nde Gündem Editörü olarak yazı hayatına devam eden Bünyamin Yılmaz, hazırladığı Kültür-Sanat sayfasıyla 2008’de ESKADER, 2009’da Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) “En İyi Kültür Sanat Sayfası” ödülünü aldı.

ir ara ülkemizde tiyatroların özelleştirilmesi konuları gündeme geldi ve hükümet bu konuda çok tepki aldı tiyatrocular tarafından. Hükümetin bu özelleştirme ile yapmak istediği tam olarak neydi ve neden bu kadar tepki aldı?

Hikâye çok eski ve bir o kadar da yeni aslında. Meselenin hükümeti aşan yönlerinin olduğu muhakkak. Belki şu söylenebilir; hükümet bu ülkede pervasızlığı sanatçılık olarak pazarlayanları artık besleyip büyütmek istemiyor. Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin kuruluşuna kadar gider bu sorun. Batılılaşma ve batıcılaşma arası sarkaçta olan ‘münevver’e oldu, yerini alan ‘aydın’lar aynaya (geleneğe) küstü. Osmanlı’dan gelenle koparılan bağ, köksüz ve kendi geçmişine gaddar bir kuşak yetiştirdi. Devletin emrettiği ‘muasırlaşma’ için sırtların döndüğü halkın elinde bir tek inancı vardı. O da adeta bu tercihinden dolayı cüzzamlı muamelesi görmesine neden oluyordu. Bu ülkede sanata biçilen rol, dinin yerini alacak özellik göstermesiydi. Daha doğrusu dindar insanlardan okumuş yazmışı ayıran nakısa bu olacaktı. Lakin ülke batıcılaşırken –ya da benzeşirken- buharlaşmaktan inançlı insanlar eliyle kurtuldu. Devletin dikte ettiği her şeyi elinin tersiyle itti bu halk. Kur’an’ını da ezanını da, türküsünü de yasakladılar ama o, gizlice bir yolunu bulup değerlerini sonraki kuşaklara taşıdı.

Hükümet oluşturulmuş yapay bir alanı bozmak istiyordu. Çünkü Türkiye’de kim ne derse desin, tiyatro konusunda kurulacak tüm cümlelerde bir yapaylık söz konusu olacaktır. Halkının tiyatrocusu değil, seçkinlerin, elitistlerin tiyatrocusu olacak kadar kopukturlar her şeyden. Genelleme yapmak istemem ama cümlelerine bir bakın bu konuda konuşanların. Kabullendikleri ve zorla dikte ettirdiklerine bakın ve ‘kutsal’ alanda nasıl bir tabu oluşturduklarını anlayın!

Mütedeyyin kesimin tiyatroya olan ilgisiz ve alakasız tutumundan bahsediliyor. Bu durumun sebebi ne olabilir? Gerçekten de muhafazakâr / mütedeyyin insanlar tiyatrodan uzak mı?

Elbette her şeyin bir sebebi var! Mütedeyyin kesim için tiyatro sonuçta zor zamanlarda dertlerini anlatabileceği bir mecra olarak önemsendi. Hani diyorlar ya politik tiyatro diye. Dinin, kültürün baskı altına alındığı dönemlerde Anadolu’nun köylerine kadar aydınlanma (!) götüren devlet destekli, inançlara saydıran oyunların verdiği ıstırap karşısında tepkisellikle oluşan bir çabadır sahneye konan oyunlar. 60’lardan itibaren genel olarak bir bakalım isterseniz. Hz. Ömer’in Adaleti, Sultan Abdülhamit, Kırımlı Murat Destanı, Sen Nerdesin, Şeytan Üssü Haber Merkezi, İnsanlar ve Soytarılar, Bir Avuç Ateş, Bana Mahşeri Anlat… Her birinin ismi adeta bir derdi simgeler. Her dönemin ayrı bir yansıması vardır ve sahneye yansıtılan şey, Müslümanların çektiği ıstıraplardır. Daha önce sahneleri yoktu mütedeyyin kesimin. O yüzden önünden geçerken bile mahcup olacağınız sinema salonları kiralanır, ya da düğün salonlarında oynanırdı. Oysa 1994’ten beri belediyelerin kültür merkezleri var ve neredeyse her yer sahne! Ama biz bir şeyi kaybettik. Ustaları. Halkanın kopmaması gerekiyordu. Ancak bunu söylerken ustaları kutsamayacağım. Eğer kurumsallaşmadan bahsedememiş, bütün yükü birkaç ustanın sırtına yüklemişsek, her gelen dönemin atmosferini doğru okuyabildiğimiz de söylenemez. Daha çok ‘fisebilillah’ yürüyeceğine inandırıldığımız tiyatro hem medyadan, hem de bizim olağan gündemimizden koparılalı çok oldu. Hükümetin ilk dönemlerinde eskiyle yaftalanmadan –İslamcı- kaçınma hareketleri de melez bir kültürel atmosfer oluşturdu.

Açık söyleyeyim; eğer bugün bir Hasan Nail Canat Kültür Merkezi’nin açılışı Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımızın katılımıyla yapılamadıysa söylenecek sözler tükenmiş demektir. Müjdat Gezen’in tiyatro merkezinde yaptıklarının yanından bile geçemeyenler sadece onların hakaretlerine maruz kalacak, yapacakları projelerde de oralarda eğitim görmüş oyunculardan başkasını bulamayacaklardır. Birkaç ay önce oyuncu dostum Seyfullah Kartal’la ‘Eskitilmiş Kılıç’ oyununun provasında görüştüm. Sadece şu kadarını söyleyeyim. 2004’te Canat’ın vefatıyla hangi zorlukları görürken kaldıysam, Kartal’ın yanında yaşadıklarım da aynıydı.

Üzerinde çok tartıştığımız kavramlardan biri de “İslami Sinema”. Size göre sinemanın İslamisi olur mu? Müslüman yönetmenlerin çekmiş oldukları filmler için, neden ‘Müslüman sanatçının tasavvuru’ demiyoruz da, bu filmleri “İslami Sinema” kavramı adı altında değerlendiriyoruz?

Türkiye daha çok gerginliklerden beslenen bir ülke olarak formatlanmış. Durduk yerde mutlaka ayrışacak bir şey bulabiliyoruz. Koskoca modernleşmenin yük taşıyıcısı olan sanat, asıl kamburunu sinemaya taşıttı. İdeolojik bir kavga aracı değil sinema. Bir şeyin İslamî’sinden bahsediyorsak bu antisinin de olduğu anlamına geliyor. Yücel Çakmaklı merhum Milli Sinema olarak isimlendirilen o filmleri yaparken çok zor koşullarda mücadele ediyordu. Kutuplaştırılmış bir toplumda yalnızlığa mahkûmmuş gibi davranılan inançlı insanların sesi olmak çölde serap görmeye benziyordu. Günümüzde böyle bir kavramsallaştırmanın anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki bu filmi çeken yönetmenler için de o filmin çekildiği sanılan kitle için de bu geçerli. Tebliğ amaçlı filmler, inancından koparılmak istenen nesillere bir damla su vermek gibiydi en susuz anında. Günümüzde ise estetiğin, nasıl anlattığınızın neyi anlattığınız kadar önemi büyük.

“Müslüman sanatçının tasavvuru” üzerine konuşabilmek için henüz bu alanda düşünsel çabaların varlığını kabul etmek gerekiyor. Oysa ne bunu konuşabileceğimiz bir havzamız ne de yönetmenlerimiz mevcut. Daha kötüsü, önyargı sinema sektöründe hâlâ tek parti dönemindeki gibi yaşıyor. Filminizin inançtan bahsetmesine gerek yok. Eğer kimliğinizde mütedeyyinlikten bir kırıntı varsa Uğur’lar Vardan olur, vaha anında teslim alınır.

Daha önce sahneleri yoktu mütedeyyin kesimin. O yüzden önünden geçerken bile mahcup olacağınız sinema salonları kiralanır, ya da düğün salonlarında oynanırdı. Oysa 1994’ten beri belediyelerin kültür merkezleri var ve neredeyse her yer sahne! Ama biz bir şeyi kaybettik. Ustaları. Halkanın kopmaması gerekiyordu.

“Türk Sineması’nda Kimlik Problemi” üzerine de çok tartışıldı. Kimi, bu problemin, kendi tarihimizle bağı koparmakla alakalı olduğunu söyleyerek açıklamak isterken, kimileri de çok kültürlülükle ilişkilendiriyor. Sizce nedir bu kimlik probleminin temelinde yatan şey?

Meseleyi doğru okumak gerekiyor. Kabul edelim, biz çok kültürlü bir yapıdan gelip de daraltılmış bir vatanda ‘tek’i kabul etmek zorunda kalmış ‘yabancı’larız. Henüz şurada ‘ümmet’ ifadesini yerli yerinde kullanabildiğimiz yıllar sayılı. Cüzzamlı bir şeyden bahseder gibiydiniz. Hatta yasaktı yahu. Ümmet olmak, bunu dile getirmek yasaktı. O yüzden kuşdili(!) icadından ülkemiz çokça faydalandı.

Sanat gerçekten siyasetin çok gerisinde bu ülkede. Neden mi? Cumhurbaşkanı, Başbakan veya Dışişleri Bakanı’nın gittiği ülkeleri saymaya kalkın. Geliştirilen ilişkilere bakın. Heyetlerde yer alanlara bakın. İşadamlarından başka giden var mı? Dünya sadece ekonomiden mi ibarettir? Eğer bu ülkenin sanatçıları başka ülkelere çıkarma yapmıyorlarsa çok kültürlülükten filan bahsedemeyiz. Ha ekstrem örneklerde imtihan noktalarına sıkıştırılmanızsa mesele, demek ki hâlâ dünyayı yanlış okuyan batıcıların tuzağından çıkamamışsınız demektir!

Son olarak şöyle bir soru sormak istiyorum: Bundan sonrasına bakarsak, en azından 90’lı yıllardan sonraki dönemi göz önünde bulundurduğumuzda, Türk Sineması kendi kimliğini oluşturabilecek mi? Bu oluşumu gerçekleştirmek kolay bir şey mi?

Türk Sineması’nın yaşadığı buhranların hayırlı olduğunu düşünüyorum. Yenilenmek için yozlaşma aşamasından geçmeniz gerekiyor çünkü. Sonuçta dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Sinema derken nedir meselemiz? Eğlence sineması kendi çapında ilerleyecek, insanları salonlara çekecek. Biraz daha derin meselelerle ilgilenen sinemacılar ise Kültür Bakanlığı’ndan alabilecekleri desteğe gözünü dikecek. Sinema ile yatıp kalkan gençler çekemedikleri filmin hüznüyle kahrolacak filan.

Türk sineması nasıl bir kimlik oluşturabilir, bunun ne kadar önemi var, emin değilim. Ancak mütedeyyin kesim için önemli bir anahtar kelime var. Ümmet. Bundan sonra çekilecek filmler sadece bize hitap etmemeli. İslam coğrafyasını da Batı’da yaşayan ‘öteki’leri de birlikteliğimize almamız lazım. Batı’ya ona benzeyerek kendini beğendirme filmleri geçti. Kendi dünyamızı yeni cümlelerimizle sinemaya aktarabilmeliyiz. Artık batı başkentleri de başlarına yerleştirilmiş yöneticilere sahip İslam ülkeleri de Türkiye’yi konuşuyor. Ama biz kendimizi sadece ekonomide konuşabiliyoruz. Dünyanın zalimlerine çekilen ‘one minute’ü artık kendimize de çekmemiz lazım…

Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.

Yorumlara Git

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’tan Rusya’ya gidecek! İşte görüşeceği konular

Pakistan'da bombalı saldırı: Rus Büyükelçi’nin de bulunduğu heyeti taşıyan konvoya mayınlı saldırı!

Yiğit Bulut'un paylaşımı gündem oldu! Dikkat çeken 'Ali Koç' iddiası

İklim değişikliği nedeniyle İtalyanları kahve korkusu sardı

‘Dip dalga geliyor’ diyen algıcılara duyurulur! İşte gençlerin en beğendiği siyasetçi