Düşünce Notları/ İnsan Meselesi’ni ancak İslam çözer
Bizim eğitim sistemimizde “insan”, planlaması yoktur. Nasıl bir insan yetiştirmek istediğimizi bilmiyoruz. Dikkatimiz sadece belli vasıflara sahip olunması içindir. Sahip olunmasını istediğimiz vasıflar hakkında bir bütünlük öngören hiçbir düşünce ve program mevcut değildir. Kendi kültürünün ruhunu-temelini-kökünü reddettiğinde ‘sen’ ortada kalmazsın ki, yapabileceğin bir şey kalsın. Ancak, genel ve evrensel müphemiyetine sığınıp durumunu gizlemeye çalışabilirsin. Daha doğrusu, gizlediğini zannedebilirsin!
Vehimler içindeyiz. Hayalet yaşamaktan iş yapmaya mecal bulamayacak kadar kendimizi israf ediyoruz. O hale gelmişizdir ki, şahsiyetsizliği teminat sayıyoruz. Gerekçemiz gayet basit: ‘Şahsiyetsiz insan direnmez, mesele çıkarmaz, her istenileni yapar.’ Peki ama insanı çürüttükten sonra, o yasaklar mahfazasında koruyacağınız şey nedir? Şahsiyetsizliği teminat sayan düşüncenin korunmaya layık bir fazileti olabilir mi? ‘Şunu yapabilirsin ama aşırıya kaçma.’ Niçin kaçmasın? Verdiğin, tanıttığın bir ölçü mü var? Sıvılaşmış şahsiyet yapılarının mecrasız sular gibi, oraya buraya dağılıp kaybolmasına nasıl mani olacaksın? Fertlerin de, cemiyetlerin de, muayyen bir ‘tezada tahammül ve mukavemet’ dereceleri vardır. Biz kendi sınırımızı çoktan aştık ve buhran safhalarının en ağırına ulaştık. Yetmelidir artık. Milli kültürümüz içinde dinin yerini dahi hayata yansıtır bir faaliyetleri aşırı bulan bir yapı Millî eğitime hâkim. Milli Eğitim’in amacı; ‘ruhunda şahsiyet yapısında manevi kıymet hükümlerine yer veren’ insanlar yetiştirmek olmalıdır. Yegâne teminat budur. Biz ‘insan unsuru’nu mühendis ve yatırımcı üretmekten ibaret zannettik.
Herkes kendini, kendi nefsini, dünyanın merkezi haline getirmiş; etrafına o gözle bakıyor. Konuşan şehirliyse köylüyü kötüler, köylüyse şehirliyi kötüler; patron işçiyi, işçi patronu kötüler ve bu zincir böyle uzayıp gider. Esnaf memuru, memur esnafı; okumuş okumamışı, okumamış okumuşu. Fakat bu tutum devam ettikçe, hiçbir meseleyi doğru-dürüst düşünmek imkanı da bulunamaz. Tersine meseleler, konuştukça karışır. Herkes kendi ezberini dile getirme heyecanına öyle kapılmış ki, başkasının ne söylediğini dinlemiyor bile! Neden kendimizi başkasının yerine koyamıyoruz, niçin kendimize başkalarının gözleriyle bakamıyoruz? Hakikatin bütününe talip ve razı olma cesaretini gösteremeyişimizin sebebi nedir? Frenkçesi otokritik, öztürkçesi özeleştiri, eski dille tenkid-i binefsihi (nefs muhasebesi) ifade biçimleri çok ama işte o haslet bizde yerleşmedi. Bakmayınız arada bir ‘bu millet adam olmaz’ deyişimize. O, kendimizi tenkid değil, nefsimiz dışındakileri kötülemedir! Unutmayalım ki boş insanı, boş düşünceyi, boş inancı herkes yerden yere vurur. Tarih boyunca da vurmuştur.
‘Yaşama imkanlarımız, yaşama sebebimizi tahrib etmemelidir.’ Taviz verilemeyecek en önemli konulardan biridir bu. Ve de, genişletilmeye çok müsaittir. Mücadele imkanlarınız mücadele sebebinizi tahrib etmemelidir. Tahripkâr tezatlara göz yumarsanız; kazandıklarınız, kaybettiklerinizin zerresini karşılamaz. Ama bu çeşit tezatlara, bedeli ne olursa olsun, teslimiyet gösteremezsiniz; başınıza ne gelirse hayırdır, hayra vesiledir. Tevhide sarılırsınız, tevekkülle-umutla yürürsünüz. Bazen acılar içinde kaldığınız da olur. Yalnızlaşabilirsiniz de. Başarısızlığa uğramış gibi görünmeniz de mümkündür. Fakat biliniz ki bunlar geçicidir; kalıcı olanlar ve onların yansıyan ön verimleri açısından, yaptığınız tercih doğrudur - faydalıdır- güzeldir.
Dayanırsanız, kavuşursunuz, çözülürseniz, kaybolursunuz. Zaafa düşseniz de, izahını yapamadığınız haksızlıklara uğrasanız da ‘başka türlü yaşayamam’ sansanız da, kendi ellerinizin kullandığı imkanlarla kendi ruhunuzun-kökünüzün tahrib edilmesi çelişkisini reddediniz. Gerçek tarafsızlık, ölçüleri her durumda herkes için uygulayabilmektir; ölçülerin tarafında olmaktır. Asla unutulmamalıdır ki; hayır ile şer arasında, doğru ile yanlış arasında, ihanet ile sadakat arasında, nur ile zulmet arasında, gaflet ile basiret arasında, istikamet ile dalalet arasında, hak ile batıl arasında, izzet ile zillet arasında, maruf ile münker arasında tarafsız olunamaz. Ya o’nu, ya diğerini seçeceksin. Birine karşı olan tavrın, diğeriyle olan münasebetini de ortaya koyacak.
Doğruyu yapmamak yanlıştır, yanlışı yapmamak doğrudur. Tarafsızlığı mesuliyetten kaçışın vasıtası olarak kullanmak, mesuliyet hükmünün en ağırına müstehak olmaktır.
Gayretli, sabırlı ve kararlı olmaya mecburuz. Herkesin kendi menfaatini düşündüğü bir cemiyette hak-huzur kalmaz. Değiştiremediğimiz şeye doğru demek zorunda değiliz.
İnsanlar ‘madde’ için hiçbir fedakarlıkta bulunmaz. Aslında bunun telaffuzu bile saçmadır. Madde birleştirmez, bencilliğe götürür. Sadece maddeyi düşünen bir insan, hayvandan farksızdır. Daha da beterdir. İnsan fıtratı içinde hayvana dönüşmek, bambaşka bir hadisedir. Temele İslam harcı yerine başka unsurları koyanlar, fıtratın dışına çıkarlar.
Ebudderdâ Hazretlerinin tavsiye ettiği pek güzel bir davranış ölçüsü var: “Ben o’nun yaptığı fenalığa buğz ederim. Yaptığı kötülüğü terk ederse, o bana yine eskisi gibidir, kardeşimdir.” Herkesin yüce gönüllü tarafını tutmak, kimsenin kötü yanını tutmamak. Bu güzel bir özelliktir. Kaybedilmemeli.
Ölçüler karşısında, bir hareketin, bir tutumun aidiyeti değil mahiyeti önemlidir. Yanlış yanlıştır, doğru doğrudur. Falanca kişi tarafından yapılmış olması, bir yanlışı doğru, bir doğruyu yanlış haline getirmez. Manevi meseleyi halletsek, diğer meseleler tıpış-tıpış ‘hal yolu’ na girer. Her şey oraya bağlı. Maddi meseleler, hangi sistematik çerçeve içinde olursa olsun, insan’a bağlı. İnsanın ruhuna, aklına, vicdanına, seciyesine, seviyesine bağlı. Başkası bize zulmediyor. Ama önce biz kendi kendimize zulmediyoruz.
İnsan Meselesi’ni ancak İslam çözer. Nasıl mı? Bölmeden, parçalamadan bir hayat tarzı olarak kabul edip yaşayarak. Kabullenmeyenlere sormak lazım: Ruhu huzura kavuşturmak için bedeni yok etmek mi gerekir? Aileyi düşünebilmek için, kendimizi unutmamız mı gerekir? Milleti düşünebilmek için, aileyi terk etmek mi gerekir? Ümmeti düşünebilmek için milleti inkâr etmek mi gerekir? Ahireti kazanabilmek için dünyayı bırakmak mı gerekir? İnsanın, nefsine karşı, ailesine karşı, komşularına karşı, akrabalarına ve yakınlarına karşı; Müslümanlara bütün insanlığa, bütün hayata karşı; hepsinin üstünde Yaradan’ına karşı İslami sorumlulukları olduğunu unutarak mı yaşayacaksın! Meyyiti müteharrik hali.
İslam’ın ve Hayat’ın bütünlüğündeki ayrılmazlığı yeniden düşünelim. Bunu yapamazsak; manevileştiremediğimiz madde bizi maddileştirir, ihmal boşluğunu dolduran ‘batıyı taklit’ ve ‘hayatı red’ gelgitleri arasında parçalanmışlığın acılarını yaşarız, soluksuz ve ufuksuz kalırız.