• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0
Yavuz Bahadıroğlu
Yavuz Bahadıroğlu
TÜM YAZILARI

Cuntalar-cuntacılar

02 Ağustos 2016
A


Yavuz Bahadıroğlu İletişim: [email protected]

“Cunta”ların temelinde, millete saygısızlık var: Çünkü bazı çevreler milletin seçtiklerine tahammül etmeyi bir türlü öğrenemedi… 

Milleti “cahiller sürüsü” olarak gördükleri için, hep “hatalı” seçim yaptığına inandılar ve kendilerini bu “hata”“düzeltme”kle mükellef saydılar…

Bu mükellefiyet, “Durumdan vazife çıkarma” anlayışını doğurdu. Cuntalaşma bu anlayışın sonucudur! Artık gelsin envai çeşit darbe…

Gelsin, 27 Mayıs 1960, 22 Şubat 1962, 20 Mayıs 1963, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007… Nihayet 15 Temmuz 2016…

Milleti sevmeyenler milletin sevdiklerini sevmez. Milleti beğenmeyenler milletin beğendiğini beğenmez! Ve milletin kendilerine verdiği gücü millete karşı kullanmaya başlarlar.

Bu anlayışın-cumhuriyet dönemi itibariyle-başlangıç tarihi 27 Mayıs 1960’dır…

Bazı subaylar, 14 Mayıs 1950’de yapılan ilk demokratik seçimde iktidara gelen Demokrat Parti’nin iktidara geldiği gün itibariyle memleketi adım adım uçuruma götürdüğüne inanıp (bu inancın pekişmesi ezanın aslına döndürülmesidir) 27 Mayıs 1960’da bir darbe yaptılar. 

Oysa memleket, tek parti dönemiyle kıyaslanamayacak kadar iyi durumdaydı…

Siyaset ilk defa halka indirilmiş, devlet-millet ilişkileri tepeden inme direktifler yerine aşağıdan yukarıya ulaştırılan talepler ve dileklerle şekillenmeye başlamıştı. Kasaba ve köylerde zabıta, jandarma, özellikle de tahsildar korkusu dağılmış, tek parti döneminde sık sık başvurulan baskı ve yasadışı şiddetin yerini anlayış almıştı.

Ekonomik durum da iyiye gidiyordu. 1953-1954’te Türkiye, dünyanın sayılı hububat üreticisi ülkelerinden biri konumuna gelmişti. 1950’ye kadar yüksek yükleme ve boşaltma kapasitesine sahip modern limanlardan, barajlardan, santrallerden mahrum olan Türkiye, bu alanlarda büyük atılımlar yapıyordu. (1950’de devlet bütçesinden yatırımlara sadece 260 milyon TL ayrılabilmişken, 1960’ta bu miktar 2 milyar 260 milyon TL’ye çıkmıştı)Yatırımlar tabiatıyla millî gelire yansıdı:Türkiye’nin gayrîsafî millî hasılası 1950 yılında 10 milyar TL iken, 1960’ta beş misli artarak 50 milyar TL’ye yaklaştı.

Bunun sonucu olarak köylünün ürünü, zenaatkârın emeği değerlendi, halkın refah seviyesi arttı ve yüzü gülmeye başladı. Kırsaldan şehre doğru bir nüfus akışı meydana geldi. Şehirlerimizin nüfusu bunun sonucu olarak hızla arttı. Şehirleşme hız kazandı. Ama muhalefet, tıpkı şimdi yaptığı gibi, işlerin çok kötü gittiğini, hattâ durumun ümitsiz olduğunu ilân ediyor, uygulanan ekonomi-politikaları mantık ve bilgiden nasipsiz bir şekilde eleştiriyordu. 

İstanbul’da ve Ankara’da açılan yeni yollarla bulvarlar CHP yöneticilerini en çok kızdıran yatırımlardı. Bu kadar geniş yolları kafalarına sığdıramıyor, “Adnan Menderes bu yollara uçak indirecek” diye alay ediyorlardı. Çimento fabrikalarını israf sayıyor, şeker fabrikalarının yapıldığı alanlarda pancar yetiştirilemeyeceğini iddia ediyor, dolayısıyla bu fabrikaların atıl kalacağını söylüyorlardı. Barajlar ve elektrik santralleri konusunda söylenenler ise akla ziyandı: CHP sözcüleri üretilecek elektriğin Türkiye’ye fazla geleceğini, bu fazlalığın toprağa verileceğini ve böylece israf edileceğini öne sürüyorlardı. Muhalefet sözcülerine göre, Başbakan Adnan Menderes “önünü görmek”ten âcizdi. “İrticaı yüreklendirme” dışında bir şey yapmıyordu.

İlk Yabancı Sermaye Kanunu 1954 ilkbaharında yürürlüğe girdi.Bu yüzden CHP Genel Başkanı İsmet Paşa (İnönü) Demokrat Parti iktidarını, “vatanı yabancılara satmak”la suçladı

Bütün bunlardan etkilenen bazı genç subaylar DP’yi darbeyle devirmeye karar verdiler. Onlar gördüklerine değil, CHP’nin sözcülerine inanıyorlardı. Onlara göre Türkiye, 1950’den beri yarı feodal bir sisteme girmişti. Ankara’da iktidarda derebeyler vardı. Siyasi bir keşmekeş mevcuttu. Türkiye uçurumun kenarına getirilmişti. Ülkeyi uçurumun kenarından “köhnemiş politikacılar” değil, “…Atatürk’ün projektör kafasının ışığını almış, Türkiye’yi tanıyan ve Batı görgülü yepyeni bir ekip” kurtarabilirdi. Bu amaçla cuntalar oluşturuldu.

Bazı subaylar “Halaskâr-ı Zabitan” sendromuyla “kurtarıcı”lığa soyunurken, Demokrat Parti iktidarı zirveyi tutmuş, 1954’de yapılan genel seçimlerde 503 milletvekili ile ezici bir zafer kazanmıştı. Cuntacıların gözdesi CHP ise yalnızca 31 milletvekili çıkarabilmişti. 

Halktan umut kesenler cuntalara umut bağladı. “Halka rağmen halk için” mantığıyla kimi askerlerle siviller el ele verip 27 Mayıs darbesini yaptılar (1960).

Arkasından “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” mantığıyla Yassıada’da yargıladıkları yüzlerce Demokrat Partili politikacıdan Başbakan Adnan Menderes’i, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı İmralı Adası’nda astılar. 

Sonra “pardon” deyip İmralı’daki yalnızlıklarından aldılar, İstanbul’un Topkapı semtinde inşa ettikleri türbelerine devlet töreniyle defnettiler.

Şu günlerde halkın ağzından düşmeyen “Menderes’i yediler, Özal’ı yediler, Erdoğan’ı yedirtmeyeceğiz” sözü var ya, sıradan bir “slogan” değil, içimizdeki “ukde”lerden ve acı tecrübelerin imbiğinden süzülüp gelen hakikatli bir tepkidir.

 

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23