“Eskiyi unut, yeni yolu tut” (2)
Benim ilkokulda ve ortaokulda okuduğum ders kitaplarında “Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı” Hasan Ali Yücel’in “23 Nisan” başlıklı şöyle bir şiiri vardı:
“Yirmi üç Nisan/ Yurdu koruyan/ Yarını kuran/ Sen ol çocuğum!”
“Eskiyi unut/ Yeni yolu tut/ Türklüğe umut/ Sen ol çocuğum!”
Dünden beri “eski” diye bize yutturulan karakteristik özelliklerimizle birlikte “yerli ve milli” güzelliklerinizi de hatırlatmaya çalışıyorum.
Ne bileyim, belki “derde deva, sadra şifa” olur: Belki “Bunlar güzel ve özel şeylermiş, yeniden yaşayalım” diyen çıkar.
Bize unutturulanlardan biri de selâmdır meselâ: Eskiden herkes herkese dua niyetine Allah’ın selâmını verirdi. Sesini duyuramayacak uzaklıkta olan elini önce “kalbimdesin” anlamında göğsüne koyar, oradan “başımın üstünde yerin var” anlamında başına götürüp “temenna” ederdi...
“Günaydın-tünaydın-iyi günler- iyi akşamlar” gibi anlamsız gevelemelere kimse tevessül etmezdi...
Solaklar bile “sünnet şuuru” içinde yemeği sağ elle yer, “bıçak sağ elde, çatal sol elde olacak” türünden “asrilik”lere tenezzül edilmez, Avrupa’nın “görgü kuralları”na göre yaşanmazdı...
Ölenin yakınına şimdiki gibi “başsağlığı” dilenmez, ölüye “rahmet ve mağfiret” dilenir,yakınlarına “sabr-ı cemil” niyaz edilirdi...
“Işıklar içinde yatsın” denmez, “Nur içinde yatsın” denirdi...
Hapşırana “çok yaşa” denmez, “sıhhat-selamet ve afiyet” duası edilirdi...
Hapşıran da “çok şükür” der, hastalığı hatırlayıp sağlığına şükrederdi...
“Yapacağım” yerine “inşallah”, “vaay bee” yerine “Sübhanallah”, “mükemmel” yerine “Maşallah”, “iyiyim” yerine “Elhamdülillah” denirdi...
İnsanlar yere tükürmez, sokağa çer-çöp atılmazdı: Çünkü bunun “kul hakkı” oluşturduğuna inanılırdı (Comte de Marsigli, “Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler, daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür” diyerek atalarımızı eleştiriyor)...
Her türden bitki, özellikle de caddelerdeki ulu çınarlar “zakir” (zikreden) muamelesi görür, tüm canlılarla birlikte tabiata saygı duyulurdu. Sokak hayvanları ile vahşi hayat koruma altındaydı (İtalyan yazar Edmondo de Amicisşöyle yazıyor:“İstanbul’da, sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür!”
Her mahallenin “Avariz” adı verilen bir vakfı vardı: Mahallenin ihtiyaçlarını bu vakıf karşılar, fakir-fukara, garip-guraba hem bu vakıf, hem de mahallenin zenginleri aracılığıyla “namerte muhtaç olmadan” haysiyetleriyle yaşardı...
Evlerin cephesi, “Evi kıbleye dönük olmayanın gönlü kolay kolay kıbleye dönmez” anlayışı içinde, mümkün mertebe kıbleye dönük inşa edilirdi...
Bir evin önüne yeni bir ev yapılacaksa, eski ev sahiplerinden izin istenir, helâllik alınır, ancak ondan sonra yeni evin inşasına başlanırdı... Komşunun önünü kapatmak, manzarasını ve güneşini kesmek “kul hakkı” sayıldığından, bu konuda çok titiz davranılırdı...
Arsada ağaç varsa kesilmez, ev ağaca zarar vermeyecek şekilde konumlandırılırdı...
Evlerin giriş kapısının üzeri geniş bir çatı ile kaplanırdı. Amaç hayır yapmak ve dua almaktı: Gelip geçen o çatının gölgesinde yağmurdan, kardan ve güneşten korunur, ev sahiplerine dua ederlerdi...
Evlerin kapılarının üstünde biri büyük, diğeri küçük olmak üzere iki tokmak bulunurdu. Gelen misafir kadınsa küçük tokmakla, erkekse büyük tokmakla kapıyı çalar, ev sahipleri buna göre karşılamaya çıkarlardı: Kadına kadın, erkeğe erkek...