Gündem
Cumhuriyet Halk Partisi nedir? Tarihçi yazar Mustafa Armağan araştırdı ve yazdı
Tarihçi-yazar Mustafa Armağan, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren atılan adımların basit bir rejim değişikliği değil, toplumun İslam’la kurduğu köklü bağı koparmaya yönelik sistematik bir mühendislik faaliyeti olduğunu vurguluyor. Hilafetin kaldırılmasından Türkçe ezana, Ayasofya’nın kapatılmasından dil ve tarih “reformlarına” uzanan sürecin merkezinde CHP’nin yer aldığını söyleyen Armağan’a göre mesele bir siyasi tercih değil; topyekûn bir İslamsızlaştırma projesidir.
Mustafa Armağan
Cumhuriyet Halk Partisi’ni sadece bir siyasi parti olarak değerlendirmek yanlış olur. Oturduğu zemine baktığımız zaman daha net olarak gözüken şudur; bu toplumu ait olduğu İslam çerçevesinden sökerek başka bir medeniyete monte etmek gibi bir görevi olan yapıdır.
Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve akabinde hilafetin kaldırılması, aynı gün medreselerin kapatılması ve Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin (Bakanlığının) lağvedilmesi, bunun yerine Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve hemen arkasından şapka inkılabı gibi adımlar. Nasıl bir inkılapsa artık… Şapka inkılabı diye bir şeyin ne kadar tuhaf olduğunu anlatmak için bir yabancıya “Hat Revolution” yaptık dedim. Adam, “Şapkayla devriminin ne alakası var? Şapka bir modadır, ister şapka giyersin ister başka bir şey!” dedi. “Sen ne biliyorsun ki? O şapka inkılabı yüzünden bizim bildiğimiz 52 kişi idam edildi. Mazlumların tam sayısını bile bilmiyoruz...” dedim. (Maalesef insanlara normal geliyor 52 insanımızın asılarak şehit edilmesi.)
Devamında Mecelle’nin, 1927 itibariyle din derslerinin kaldırılması, 1928’de harf inkılabının yapılması ve bütün bunlar vesilesiyle İslam’la bağların adım adım kopartılması…
1929’da Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun kurulması da kritik bir öneme sahiptir. Düşünün, sizin dilinizi ve tarihinizi yeni baştan formatlıyor bu kurumlar… Eskiden tarih Hz. Adem’den başlatırken bir anda tek hücreli canlılardan başlatıyorsun. Dil desen, Kur’an ve İslam’la irtibatı olan kelimeler tasfiye edildi.
Ve 1930’lu yıllarda Ayasofya’nın müze yapılması…
Ben 2001 yılında Suriye’ye gittiğimde millet cümbür cemaat camiye geliyor, namazını kılıyor, kıldıktan sonra da kendi evi gibi 15-20 dakika uyuyor ve sonra da kalkıp işine gidiyordu. Bir bakıma günlük hayatlarının bir parçasıydı cami… Doğu bölgeleri hariç Türkiye’de ise camiler büyük ölçüde sosyal hayattan yalıtılmış, tecrit edilmiş bir hale geldi. İşte bunun da altında o dönemde yapılanlar yatıyor. Belki de asıl maksat oydu ve bu icraatlar ile insanlar camilerden soğutuldu.
Dolayısıyla Türkiye’deki İslami algı, 1923’ten Ayasofya’nın kapatıldığı 1935’e kadarki 12-13 yılda tarumar edildi ve İslam’la bu ülke arasında kurulmuş olan derin bağ zayıflatıldı. Kopartılmaya uğraşıldı, kopartılamadı belki ama çok zayıflatıldı. Bugün ne kadar toparlanmaya çalışsak dahi istenilen şekilde olmuyor gördüğünüz gibi.
Bu çerçevede bütün bunların yapılması için hangi güçler seferber edildi, ne tür cebri tedbirler uygulandı? Mesela bir semtte bir cami bırakılıyor ve diğerleri kapatılıyordu. 500 metre yakınında bir cami varsa hepsi kapatılıyor ve tek bir tane bırakılıyordu. Tokat’ın Erbaa ilçesinde sadece iki cami açıktı mesela... Buğday deposu vesair şekillerde kullanılıyormuş camiler… Bunlar yaşanan ve bilinen olaylar.
Peki asıl dert, esas mesele nedir? Esas mesele, İslam’la olan bağın kesilmesi ve onun yerine laik, seküler, hümanist bir anlayışın yerleştirilmesidir. Ben buna İSLAMSIZLAȘTIRMA PROJESİ diyorum.
İşte bunun için özellikle 1930’lu yıllarda Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-i Veli’nin bütün görüşleri değil de “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” diye çarpıtılan düşüncelerinin ya da ‘’Gel, ne olursan ol yine gel.’’ tarzında onların da cımbızla seçilmiş bazı sözlerinin allanıp pullanıp piyasaya sürüldüğünü görüyoruz. Yunus Emre daha önce Osmanlı tarafından bilinmiyor muydu? Gayet tabi biliniyordu... Ama 30’lu yıllarda Yunus Emre özellikle gündeme getirildi. İşte örnek Müslüman bu, bak Yunus Emre ne kadar da güzel söylüyor gibi... Hâlbuki Yunus Emre’nin bütününü okuduğun zaman onun derin tasavvufi felsefesi hiçbir şekilde o yoruma müsait değil...
Ezan insanımızın günlük hayatına kesintisiz bir şekilde etkide bulunduğu için ezanın Türkçe her okunuşu kendi inancına ve kişiliğine bir saldırı olarak algılandı ve ezan meselesinde inkılapları duvara dayandı. Yani daha geriye gitme şansı kalmadı.
Bu arada ne oldu? 1945’in ikincisi yarısında çok partili hayat dönemine girilmiş oldu. Haddizatında Demokrat Partinin kurucuları da büyük ölçüde CHP’nin içinden çıkan kişilerdi. Ama onlar partiyi kurunca bu gerçeği gördüler. Halka rağmen bunu yapmanın doğru olmadığını idrak edecek kadar akıllı insanlardı. Ve neticede ezan meselesinden geri dönüldü.
İşte bugüne kadar müspet anlamda ne olduysa 1950 virajından sonra oldu ve CHP’nin prangasından kısmen kurtulabildik. Ama çarkın mili yerine öyle bir oturtulmuş ki bu prangadan bugün dahi kurtulamıyoruz. Bugün belki sayısal olarak çoğunlukta değiller ama etkinlik, mülk sahibi edasıyla konușma becerileri ve arkalarına aldıkları “Bu ülkeyi biz kurduk” afra tafrası bakımından en fazla yüzde otuzluk halleriyle yüzde yetmişi etkileyebiliyorlar. Bu çok çarpık bir düzen ama maalesef gerçeklik bu…